KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI

Suçu, bir karnaval yada bir sanat eseri olarak ele almak mümkün mü? Gündelik, sıradan işleyişinde mantığımız bu soruya genelde –hayır- yanıtını verecektir.

Ama bu soruya –evet- yanıtını verecek çarpışık akıl yürütmeler ve sıra dışı mantık düzenleri mutlaka vardır. Graham James Ballard’ın ki bunlardan biri, hatta ilk akla geleni olacaktır. 55 yıllık edebiyat (ve tabi ki BK) serüveninde Ballard hep sıradan, günlük akıl yürütme anlayışımız, mantığımız ve kodlarımız dışında zihinsel ve dilsel bir tuhaf diyalektik oluşturdu.

Kendine özgü vahşi mizahı, sıra dışı cinsel temaları ve şiddetiyle gerçek üstücülerin amaçladığı bilinç dışını ifşa etme çabasının takipçisi oldu. Daha 1962’de yayınlanan “Drowned World” (Batan Dünya) romanında kışkırtıcı, provatif bir söylemi benimseyerek klasik BK okuruyla arasında ki gerilimi başlatmıştı. Neredeyse tüm BK yazarlarının nükleer tehlike karşısında top yekün yıkımı engelleme yönünde eserler ürettiği bir süreçte, Ballard Drowned World ‘de yıkıma karşı savaşan değil, felaketle ittifak yapan bir karakter üzerinden romanını kurgulamıştı. Bu romanla klasik BK çevresinden, yaşam yada hümanistlik karşıtı gibi sert eleştiriler almıştı. Fakat 2. Dünya Savaşında toplama kampı, ardından tıp ve ordu dünyası gibi şiddete açık ortamlardaki yaşam deneyimleriyle yazım tarzını belirlemiş olan Ballard için, sıradan ahlaki iyi-kötü ayrımları çok fazla bir anlam ifade etmez. O hep modern gündelik hayatın gizlediği şiddet, cinsellik ve iktidar ilişkilerinin karanlık mikro dünyalarında gezinmeyi adet edinmiştir.

Ballard’la klasik BK çevresi arasındaki bu gerilim, günümüze kadar süre geldi. Sadece 1964’te Drowned Giant öyküsü ile Nebula BK ödülüne aday olsa da, klasik BK çevresinin hiçbir ödülüne Ballard layık bulunamadı. Zaten, “Crash” (Çarpışma) ile başlayıp, son 15 yılda yoğunlaşan geleneksel edebiyatla BK arasındaki duvarı yıkma ve geniş tabanlı bir BK söylemi yaratma çabası, klasik BK çevrelerini Ballard’ın “artık bir BK yazarı sayılamayacağı” sonucuna vardırdı. Ayrıntı yayınlarının 2001 yılı içinde ard arda bastığı “Cennete Koşu” ve “Kokain Geceleri” romanlarını BK referansı yerine “edebiyat” ibaresi ile yayınlaması, Ballard yazını konusundaki karmaşayı yansıtıyor. Ballard’ın provakatif ve ayartıcı bir mantık dizini ile kurguladığı “Kokain Geceleri”’nin temalarını ve BK mantığını, yine yazarın BK literatürüne kazandırdığı “iç uzay” ve “şimdiki gelecek” kavramları doğrultusunda ele alacağız.

-Suç ve Hazzın Ayartıcılığında-

Marki de Sade açığa vurduğundan beri, suç –iktidar- haz üçgeninin, burjuva toplumunun, tüm ahlaki söylemlerine rağmen içinde geliştiği gün ışığına çıkmıştı. Sistemin mantığı içindeki sosyologlar, psikologlar ise sürekli suçun kökeni mülksüz sınıflarda arayıp durmuşlardır. Pasolini , Bunuel, Lynch gibi sinemacılar ve birçok edebiyat eseri suçun gerçek kökeni ve onu oluşturan toplumsal ahlaki koşulları derinlemesine tahlil etmişlerdir. İngiliz yazar Antony Burges’in S. Kubrick tarafından da sinemaya uyarlanan BK klasiği “Otomatik Portakal” (Clockwork Orange) romanı suçun belli bir grup yada katmanda değil, tüm toplumdaki hakimiyetinin altını çizer (Suçlu- hükümet mekanizması , güçlü-güçsüz, zengin-fakir).

Ballard’ın “Kokain Geceleri”’nin kahramanı Prience ‘te ilk başta gelişen suç kültürüne ahlaki bir mesafeyle baksa da, sonradan suç-haz- iktidar formülünün “ayartıcı” çekiciliğine kendini kaptırır. Olaylar, sorunlu aile hayatında sürekli kardeşi Frank’e babalık yapıp, onun küçük suç ve hınzırlıklarının sorumluluğunu üstlenen Prience’in, kardeşi Frank’in otel işlettiği İspanya tatil şeridinde tutuklandığı haberini almasıyla başlar. Kardeşinin bir yanlışlık sonucu hapsedildiği ve onu bir an önce kurtaracağı düşüncesiyle yola çıkan kahramanımız, Estella Demar sahil şeridine geldiğinde işlenen suçun ağırlığı ile sarsılır. Ortada dehşetengiz bir zekanın kundakladığı bir villa ve beş ölü vardır. Ve Frank’in suçu üstlenmesi ile kaza yada intihar ihtimali gündem dışı kalmıştır.Bölgedeki herkes sakin bir insan olan Frank’in suçu itirafı, huzurlu bir kıyı şeridinde böyle bir suçun işlenmesi karşısında şaşkındır. Estella Demar, sakinlerini genç yaşta emekli olmuş Avrupalıların oluşturduğu bir tatil beldesidir. Tıpkı Ballard’ın “Yakın Geleceğin Mitosları” kitabındaki “Harika Vakit Geçiriyoruz” öyküsündeki gibi, Estella Demar’da kültür, sanat, spor, eğlence etkinlikleriyle içiçe bir yaşam hüküm sürmektedir.

Kahramanımızın, sakin görülen bu coğrafyada tanık olacağı saldırı, tecavüz, sabotaj, fahişelik, uyuşturucu trafiği gibi yeraltı faaliyetleriyle birlikte, cinayet üzerine şüpheleri artacaktır. Prience bir yanda cinayeti çözüp, kardeşini kurtarmaya çalışırken diğer yandan E. Demar’ın suçu bir gösteri sanatı haline getirmiş tuhaf insanlarının gizemli ve sapkın çekiciliğine kendini kaptırır. Diğer komşu ölü sahilleri kaplayan durgunluk aksine, Estella Demar’ı canlandıran şiddet, sex gibi aşırılıklar yakın geleceği kapsayan geniş bir alternatif toplum yaratmaktadır. Daha kitabın 20. sayfasında, Frank cezaevi görüşmesinde abisine “Burası Avrupa’nın geleceği, çok yakında her yer burası gibi olacak” der. Romanın akışında Estella Demar’ın geleceğin çehresini bugünden oluşturup, sürekli yayılan bir mikro laboratuar şeklinde ele alınır. Gelişmiş dünyanın hükümetlerinin, insanları neredeyse hiç çalışmayacak şekilde teknolojik bir yaşamın durgunluğuna, ölgünlüğüne bırakmasına karşı “Gelecekteki tüm boşta gezer toplumların bir prototipi” halini almıştır. Ballard dil, ideoloji gibi büyük söylemlerin ölümünün ilan edildiği post-modern çağa uygun olarak geleceği değil , geleceğin nüvelerin bugünden oluşturan bir suç imparatorluğunun gelişimini aktararak, farklı bir Bilim Kurgu mantığı oluşturmaya çalışır.

Sanat ve suçun iç içe ilerleyişinde , uygarlığı geliştiren insanları ölü uykusundan canlandırıp harekete geçiren sapkın bir çekicilik vardır. Herkes benzer günahları kendi zihninde işleyerek görünmez suçlar işler. Önemli olan, insanların içlerindeki karanlık yaratacalığı tetikleyip, öne çıkarmaktır. Estella Demar’da bu işi üstlenen tenisçi Boby Crawford’dur. Küçük yaşlarda babasının kayış dayaklarından haz alıp, onu suçlamayan Crawford genç yaşta militarizmin işkence ve rüşvet dolu kokuşmuş dünyasında, mazoşizmin ardından sadizmin hastalıklı zevkini alır. Estella Demar’daki suç sendikalarıyla ilişkiye geçtiğinde o zaten haz-suç-iktidar üçgenini kanıksamış ve diğer insanları sanat, spor ve suçla uyandırmaya hazır haline gelmiştir.

Ballard, romanda sık sık gönderme yaptığı Kafka ‘nın Dava’sının sanığını “harikalar ülkesine” göndererek, suçluluk duygusunu bertaraf eder. Bir gizemli polisiye atmosferiyle “near future-yakın gelecek” BK ‘sunu birleştirerek, çarpıcı bir anlatım yaratan romanın sırrı ve heyecanı 309 sayfa boyunca devam eder.

Ballard’ın romanı 11 Eylül sonrası suçu, şiddeti ve saldırganlığı; ezilmişlere, mülksüzlere, cahil bırakılmışlara yükleyip, “sonsuz adalet” çığırtkanlığı yapan kesimlere bir cevap teşkil eder. Suçu mülksüzlere yıkıp, “medeniyetler çatışması” gibi ucube görüşlerin teorisini yapan egemenlere, suçun gelişkin burjuva toplumdaki köklerini hatırlatır. Tıpkı Stephen King’in, 11 Eylül sonrası okullarında katliam yapan wasp kökenli öğrencilerin, ikiz kuleleri yok etme planları yaptıklarını hatırlatması gibi. Marx’ın söylediği gibi burjuva dünyanın karabasanları, onun gün ışığı altındaki hayat tarzından kaynaklanmaktadır.

RAFET ARSLAN

TÖREN

Çocuk durup dinledi. Ses yok. Arkasına döndü. Nereye kayboldu bu? “Hey!” Ateşi hızla yükseldi. Son zamanlarda her şey çok hızlı oluyor. Kollarını çaprazlayıp uzattı, dikenlerin arasında kendine geçebileceği kadar yer açarak biraz önce geldiği yoldan geri yürüdü. Şimdi yüzü yanıyordu. Kahretsin! Göğsü de boğazı gibi tıkandı. Nerde bu?!

Bitkilerin arasından açtığı yarıktan yüzünü ve başını korumaya çalışarak sıyrıldı, ayakta durabileceği dar bir açıklıkta durdu. Yok! “Hey!”

“Burdayım.”

Sesin geldiği yöne döndü. Sessiz ol. Kolunu döndürüp elini dışa büktü. Belindeki transformatörü çalıştırıp kolunu gerdi, düz tutarak kolluğun bağlantı yerindeki sonarı açtı. Şimdi boynundaki damarların attığını duyuyordu. Geberesice. Öfke matabolizmasını hızlandırıyordu. İşte bu harika. Doğal yükseltici. Ama çok geçmeden bitkin düşeceğinin farkındaydı. Sonarı her kullanışı ona en az bir saat kaybettirirdi. Kahretsin.

Avcunun hemen altındaki küçük göstergeye baktı. Burada daha önce sonarı hiç kullanmamıştı. Kaşif değildi. Gerekmedikçe kullanmazdı. Bu ne? Seri hareketlerle bitkileri yararak yürüdü. Öfkesi gitgide artıyordu ve bu iyiydi. Şimdilik.

Metal döküntü bir duvara çarpıp çınlayınca durdu. Yoklayarak duvarın yıkıldığı yeri buldu, burası dik bir merdiven gibiydi. Sonarı bir kez daha çalıştırmayı göze alamazdı. İşin bitti senin oğlum. Ne kadar kızgın olursa olsun... Kalan enerjisiyle yıkıntıya tırmanmaya başladı. Sırtında otuz kilo yükle kollarını yukarı kaldırıp kendini çekmen gerekiyorsa hafif metal bile yeterince ağırdır. Özellikle enerjini transformatöre emdirdikten sonra ve çıktığın yerde neyle karşılaşacağından emin olmadığında. İşte şimdi bitti.

Duvarın üzerinde dar bir platform sağlam kalmıştı. Sağlam? Binanın kalanı görünüşe bakılırsa kendine çarpan bir aracın üstüne yıkılmıştı, ne zaman olduğunu söylemek zordu. Platformun üzerinde oturan birinin bitkilerin üzerinden ancak burnundan yukarısı görülürdü. Normalde o birini görmek kolay olmazdı. Moron. Ama şimdi hafifçe sallanan koyu kahverengi dikenpüskülleri arasından yükselen sapsarı baş siyah saten üzerinde serilmiş yatan bembeyaz bir kıç kadar –dikkat- çekiciydi.

Çocuk dizlerinin üzerinde durup burnundan soluyarak kolluklarını gevşetti. Dikenler arasında yol açmak için kullandığı enli kör süngüleri yuvalarına itti. Kollukları kalçasının iki tarafına yerleştirip elinin tersiyle alnını ovuşturdu. Kan. Tırmanırken koruyamadığı başı çizik içinde kalmıştı. Çabuk kurur. Elini pantolonuna sildi. Eh, çıplak deriden de sarı saçtan da daha az parlar. Tek kelime etmeden atılıp sarışın, çelimsiz çocuğu boynundan yakaladı. “Şimdi kımıldarsan, ya da gıkını çıkarırsan saçını değil gırtlağını keserim. Anladın mı götkafa?” Belinin arkasından çektiği keskin yassı çelik çubukla kabarık sarı saçları temizledi. Çabuk. Uzun zamandır böyle olduğunu hatırlamıyordu. Bu sinirle sonarı on saniye çalıştırabilirdi. On saniye! İşi bitince kurbanının boynundaki kolunu gevşetti.

“Arkamdan ayrılmayacaksın demiştim,” kulağa asılıp sertçe büktü, “ama küçük sıçanın kulaklarından beynine giden barsaklar tıkanmış,” çubuğun ucunu kulağa yaklaştırdı, “bir daha bir şey söylemeden önce yolu açacağım.”

“Reks.”

“Ne?”

“Adım Reks, götkafa ya da küçük sıçan değil. Neden hiç adımı söylemiyorsun? Her seferinde bir ad bulma zahmetinden kurtulursun.”

Çocuk omuz silkti. “Adlardan hoşlanmam. Üstelik seninki berbat. Kim koydu?”

“Abla.”

“Hangisi?”

Reks dudak büktü. “Hiç peşinden ayrılmıyormuşum ve...” Çocuğun kendisine bakmasını bekledi. “Çok kötü göründüğünün farkında mısın? Abla seni bu halde görse bağırırdı.”

“Ve?”

“Ha... Ve ulurmuşum. Geceleri. Küçükken yani. Öyle dedi.”

Çocuğun yüzündeki küçümseme dolu gülüş dondu. Ateş.

“Paket nerde?”

“Çok ağırdı... Ben de...”

Çocuk iki parmağıyla Reks’in omzunu yakalayıp diğer eliyle bir tokat indirdi. On sekiz saniye. “Nerde?!” Maksimum.

“A-aşağıda...”

Çocuk duvarın üzerinden atladı. Reks tutuna tutuna aşağı inip yanına geldiğinde çocuk paketin başına çökmüştü. “Sana sırtından çıkarmayacaksın dedim! Kaburgaların birbirine geçse bile...” Yavaşça başını kaldırıp dişlerinin arasından güçlükle “Senin yüzünden...” dedi, “sonarı çalıştırdım...” Kesildi. “İki defa...” On dakika konuşmadan, kıpırdamadan durdular. Reks “Yerini biliyordum...” diye başladı. Çocuk doğrulup uzandı, tokat Reksin yüzünü yalayıp geçti. İki saat... “Aptal.” Kaybettik...

Paketlerin kayışlarını sıkılaştırdılar. Çocuk kollukları takıp kapadı. Kollarını sallayıp süngüleri ortaya çıkardı. Alçalmaya başlayan güneşe ve bileğindeki göstergeye bakıp gidecekleri yönü gösterdi.

“Bir adım,” dedi, “bir tek adım geride kalırsan seni doğrarım. ”

“Bir daha olmaz.”

“Bir daha diye bir şey yok.” Yol açıp yürümeye başladı.

“Ne demek istedin?”

“Ne dedimse onu. Artık yoksun.”

“Ama neden? Ben...”

“Sen artık benimle değilsin. Oraya varır varmaz barakana dönüyorsun.”

“Ama...”

“Kapa çeneni.”

Bir süre yürüdüler. Reks zayıf bir sesle “Bıraktığım yeri biliyordum,” dedi, “Paketi...”

“Burada hiç bir şeyi bilmiyorsun. Zayıfsın. Bütün barakalılar zayıf.”

Arkasına dönüp durdu, Reks’in yüzüne baktı. “Başaramadın.” Reks ağlamaya başladı. “Yapabilirim. Bu daha ilk sefer. Hem daha bitmedi,” Çocuk çaprazladığı süngülerle Reks’in boğazını kıstırdı. “Gece ilerleyemeyiz. Çok zaman kaybettik, daha da kaybedeceğiz. Koşamıyorsun. Paket bile taşıyamıyorsun. Vaktinde varamayacağız. Bunu o küt kafan alıyor mu? Sen bittin. Anladın mı? ” Süngüleri çekip kendi kafasına vurdu. Ben de bittim.

Reks sustu. Ağlayınca beyaz suratı pis bir tabağa benzemişti. Açık ağzından, “Yetişebiliriz,” sözleri döküldü. “Şeye binebiliriz.”

“Neye?”

“Ne olduğunu bilmiyorum.” Eliyle yukarıyı gösterdi. “Yukardan bakınca gördüm. O parlak yol, yürüyen yollar. Onlar çok hızlı.”

“Çöp bandı mı? Olmaz. O insan taşımaz.”

“Üzerinde bir sürü insan vardı ama.” Aslında bütün vadi boyunca bant üzerinde ilerleyen ancak yirmi kişi vardı ama o zaten hayatında bundan fazla insanı birarada görmemişti. Çocuk hasta bir sesle güldü “Onların kaybedecek hiç bir şeyleri yok, anladın mı? Bizimse altmış kilo granımız var. Sence neden sürüne sürüne bu yoldan gidiyoruz, seni gidi kurnaz piç! Dur hatırlatayım: Saklanıyoruz. Peki neden saklanıyoruz? Çünkü görüldüğümüz anda gebeririz, bu gran da...” süngünün ucuyla havada bir helezon çizerek gökyüzüne doğru ıslık çaldı, “...uçar. Barakadakiler de teker teker gider. Son. Şimdi planını tekrar gözden geçirelim...”

“Tamam... Özür dilerim.”

“Yoo, her şeyi düşünelim. Ben nasıl da düşünemedim? Aptalım ben.” Kafasına vurdu. “Tabii ya... Banda atladığımız gibi ver elini düzlük. Oradan da bir kızağa atlar barakanın çatısına konarız. Sonra da halkına neşe ve gran dağıtırız. Herkes mutlu olur.” Geri zekalı.

“Tamam dedim ya...”

Çocuk başını kaldırmış başının üstünde yükselen dikenlerin arasında kaynayan loş maviliği seyrediyordu. Reks’in ağlamasının bitmesini bekliyordu. Sonra yola koyulacaklardı ama bir anlamı yoktu artık. Oraya vardıklarında Abla gitmiş olacaktı. Durgun bir sesle “Abla,” dedi, “Ne oldu ona?”

“Hangisi?”

“Adını koyan Abla.”

“Bilmem. Hatırlamıyorum. Bunları hatırlamayız.”

“Sen ne yapacaksın?”

“Ben...” umutla sustu, cevap gelmeyince sönük bir sesle devam etti, “Bakıcı olacağım.”

Çocuk dönüp ona bakmadı. Taş gibiydi. O gittikten sonra buna devam etmek için nedeni kalmayacaktı. Bir baraka dolusu sıska çocuğun ne bakıcılığını ne yetiştiriciliğini yapacak değildi. O yokken... Bunu neden yapsındı ki? Reks için mi? Bilemiyordu. Kendisi olmadan üç gün bile yaşayamazdı. Kurmaya çalıştığı ilk bağlantıda inek gibi boğazlanacaktı. Peki o? O şimdi ne yapıyordu? Yarın sabah gitmiş olacaktı. Gidecek miydi gelip alacaklar mıydı? Nereye giderdi, kimle anlaşırdı, hiç bir fikri yoktu. Genç kızlar kaç gran ediyordu, peki o çocuk fiyatından mı giderdi kadın mı acaba? Fuhuş mu daha pahalıydı et mi? Kalorisi çok daha düşük olduğu halde hala insan etini grana tercih eden birileri vardı. Ya da şehirde şansını mı denerdi? Hiç şansı yoktu ki... Barakadan ayrılma vakti geldiğinde ne yapacağını niye sormamıştı ki ona? Hiç bir şey sormamıştı ki bunu sorsun. Kahretsin. Her şey için çok geçti. Çok geç. Reks’ten nefret etti, o iki saati kaybetmelerinin bütün suçu ondaydı. Geberse umurunda değildi. Peki neden kendisi bu kadar geç kalmıştı? Neden son güne kadar beklemişti? Neden daha önce karar verememişti? Neden!!! Kendi de geberseydi keşke.

“Dön.”

“Ne?”

“Dön dedim. Şu banda bir daha bakalım.”

Sırtlarında gran paketleriyle duvarın üstüne oturdular.

“Çöp bandı ne demek?” Bu barakalılar hiç bir şeyden anlamazdı.

“Fraktal bant. Eskiden üslere çöp taşımak için yapılmış.”

“Üs nedir?”

“Çöp gönderme merkezi. Eskiden çöpler uzaya gönderiliyordu.” Çok eskiden. “Ama artık üsler çalışmıyor.”

“Neden?”

“Uzun hikaye. Bant artık kullanılmıyor.”

“Neden çalışıyor o zaman?”

“Kendiliğinden çalışıyor. Bant güneş ışığını emip depoluyor. Fraktal parçalar radyasyon yüzünden sürekli titreşiyor, titreşim de bantı hareket ettiriyor. Tekyönlü yüzeysel hareket. Bant asla durmaz.”

“O insanlar nereye gidiyorlar?”

“Hiçbir yere.”

“Peki neden banda binmişler?”

Çocuk gözlerini kısıp bandın üzerindeki karaltılara baktı.

“Onların korkacak bir şeyleri yok. Kimse onlara dokunmaz. Hiç kimsenin hiçbir işine yaramazlar. Onlar yolcu.”

“Yolcu nedir?”

“Kimyasal ayrıştırıcı almışlar. Gran bulamayanlar bazen bunu yapar, az da olsa kolay yaşayıp kolay ölmek için. Hücreleri yavaş yavaş parçalanıyor, kendi hücrelerinin parçalanma enerjisiyle bir ay kadar besinsiz yaşayabiliyorlar, bu arada gran bulabilirlerse belki biraz daha uzun. Bu arada korkmalarına gerek yok. Dedim ya, kimse onlara dokunmaz, piyasada beş para etmezler.”

“Banta gidelim, bizi de yolcu zannederler.”

Çocuk güldü.

“İmkansız, parçalanma kıkırdak dokularda başlıyor. Öncelikle burun ve kulaklarda. Bir yolcuyu hemen tanırsın. Yüzlerini saklamazlar.” Duraksadı. “Neden bantta olduklarını anladın mı? Ayrıştırıcıyı alınca çoğu ilk iş kendini banda atar, henüz yürüyebilirken. Eh, son zamanlarını geçirmek için hiç fena bir yol değil. Belki de en iyisini yapıyorlardır.”

İkisi de bir süre sustu. Belki de aynı şeyi düşünüyorlardı.

“Peki şu nedir?”

“Ne?”

“Şu gelen şey...”

Çocuk dürbünü gözlerine yerleştirdi, transformatörü çalıştırdı. Bir saniye. Objektifler vücut enerjisinin küçük bir kısmıyla odaklandılar. Olamaz!

“Söylesene... Sen nereden buluyorsun?”

Çocuk ilgisiz bir sesle homurdandı.

“Granı diyorum. Nereden buluyorsun? Bu altmış kiloyu nasıl buldun?”

“Şşşt.” Nasıl olamaz! Olmuş işte!

Dürbünü sırtına atıp durdu. Gerçekmiş demek! Aceleyle kayışları çözmeye başladı. Hepsi gerçekmiş! Elini boynundan sokup sokup göğsüne bantlı enjeksiyon uçlarından birini söktü. Kol damarına bir miligran verdi. “Napıyorsun? Hani paket asla sırttan çıkmazdı? Hey, noldu?” Çocuk sırtındaki paket düşünce Reks’e döndü. “Burada bekle.”

“Ne? Beni bırakmayacaksın değil mi?”

Çocuk eğilip iki elle boğazına yapıştı.

“Burada bekle dedim. Biri gelirse, kaç. Bu kadar granı bulan hiç kimse yirmi kilo etin peşinden koşmaz. Anladın mı? Sonra başının çaresine bakarsın.”

“Beni bırakma!” diye hırıldadı Reks, gözleri büyümüştü.

“Geri geleceğim,” diye bağırdı çocuk duvardan atlarken, “Geldiğimde burada olursan seni alırım. Tamam mı?”

“Gelecek misin?”

“Geleceğim. Ama...”

“Ne?!!”

Çocuğun sesi uzaktan geldi, kim duyarsa duysun, “Ama benden önce başkaları gelebilir. Granı boşver, kalabalığa karış.”

“Kalabalık mı?” Sesi çığlıktı.

“Kalabalık!”

Çocuğun sesi kayboldu.

Güm! Güm! Güm! Çabuk... Kapı aralandı, yedi yaşlarında uzun, kızıl saçlı bir çocuk göründü. Kendisini kapının aralığına sıkıştırıp kırıtarak çocuğa gülümsedi.

“Ablayı çağır.”

“Hangisini?”

“Git çağır dedim.”

Kıkırdayarak içeri kaçtı. Ne kadar da umursamazdı. Umursamaz değil, sadece unutkan.

Çocuk sabırsızlıkla bekledi. Birazdan kapı tekrar aralandı, kızın yüzünü görünce rahatladı. Hala oradaydı. Derin bir soluk aldı. Gücünün son sınırında koşmuştu. Şimdi kendisini yıkılacak gibi hissediyordu. Dayan.

“Gelsene buraya.”

“Neden?”

“Konuşalım.”

Kızın yüzü şimdi ifadesizdi. Son gördüğünden beri eskimiş gibiydi. Uykusuz geceler geçirmiş olmalıydı. Barakada son gece...

“Ne hakkında?”

Bu kadar doğaldı demek her şey onun için.

“Ben, diyecektim ki, benimle gelmek ister misin?”

Kızın yüzünde en küçük bir değişiklik aradı, dudak ucunda bir kımıltı, gözlerinin kenarlarında tek bir çizgi. Ama yoktu. Bitmiş. O da bitmiş.

“Hayır.”

“Neden?”

“Bize borcun yok. Git.”

“Anlamıyorsun.”

Kız birden avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Sen anlamıyorsun. Ben, yapabilirim tamam mı? Gran bulabilirim. Bu ne ilk ne de son. Biz sizin gibi değiliz. Kardeşlerimizi bırakıp gidemeyiz. Sırası gelen herkesi buradan alıp götüremezsin değil mi? Defol git. Benim diğerlerinden bir farkım yok.”

Çocuk önüne bakıp durdu. O şey yükseliyordu, ateş değildi, başka bir şey. Ne olduğundan emin olmadığı şey. “Var,” dedi. “Benim için var.”

“Ya... Ne zamandan beri?”

Sesinde alay yoktu, merak vardı. İnsanın ancak kendi dışında şeylere duyduğu, ilgisiz, duygusuz bir merak... Çok kötü. Ona nasıl anlatacaktı, bütün söylediklerinden sonra; “Sana bakamam. Kimseye bakamam. Seni götüremem. Gittiğim yerde sana yer yok. Yanımda kimseye yer yok.” Defalarca söylemişti. Bir kez olsun üzgünüm dememişti. Çok üzgünüm. Bir kez olsun güzel bir şey söylememişti. Hayatımdaki en güzel şeysin. En çok da “Hayal kurmak yok,” demişti. Aslında tek güzel şeysin. Şimdi ona bir hayalden nasıl bahsedebilirdi.

“Bak,” dedi, “Her şey değişti.”

“Ne değişti?”

“Her şey. Her şey!”

“Benim için hiç bir şey değişmedi.”

“Senin için de değişti. İnan bana.”

Kız duraksadı.

“Nasıl?”

“Benimle gel,” diye yalvardı çocuk, “Sana göstereceğim.”

“Artık olmaz,” diye fısıldadı kız. “Anlaşma yaptım.”

“Ne anlaşması? Yani... hangisi için?”

“İkisi de.” Güldü, “Artık anlaşmalar hep böyle. Kıtlık yüzünden.”

Çocuğun içi ezildi. İkisi de demek. “Kaç kilo gran verecekler?

“On. Verdiler.”

Çocuk sustu. Yetişememişti demek.

“İptal et.”

“Edemem. Çocuklara beşer gran verdim bile. Bu onları dört ay idare eder.”

“Sonra?”

“Sonra... Bilmiyorum. Bu arada bir bakıcı bulurlar.”

“Hayır, bulamazlar. Ben sonra ne olacağını söyleyeyim. Sonra diğer abla, sonra da diğeri. Her seferinde miktar düşecek. Artık bakıcılar yok, o eskidendi. Artık insanlar barakaya bıraktıkları çocuklarını hemen unutuyorlar. Kimse barakalara dönmüyor, atık olduğunuzu düşünüyorlar. Senin geberip gitmen kimsenin işine yaramayacak.”

Kız ters ters bakıp omuzlarını silkti. Bunları bilmediğini mi sanıyordu.

“Tamam, anlaşmayı iptal et, onlara yüzde dörtyüz faizle geri ödeyeceğini söyle. Ben sana bulurum.” O altmış kiloyu neden daha önce getirmemişti sanki? O zaman bu olmayacaktı. Niye daha önce bulmadın o zaman dese ne diyebilirdi? Hiç.

“Anlaşmalar iptal edilmez.”

“Kaç o zaman. Seni bulamazlar. Ben seni saklarım.”

“Yine de gelip etlerini alırlar. Ben olmazsam diğeri.”

“Alsınlar. Nasıl olsa dört ay sonra alacaklar onu da.”

“Daha on beş yaşında.” Tıkanıp sustu. “Bir bakıcı bulurlar...” dedi, “Benden sonra...”

“Abla...” Ona çocukların seslendiği gibi seslendiğini ilk kez farketti. Neden önceden ona seslenirken söyleyebileceği bir ad bulmamıştı? Neden böyle olacağını hiç düşünmemişti? Düşünmek istememişti. İşte şimdi düşünecek vakit kalmamıştı. İçi sızladı.

“Git burdan.”

Kapı kapandı.

Güm! Güm! Güm!

“Ne istiyorsun?”

“Ablayı çağır.”

“Abla dedi ki...”

“Git çağır!”

Kızın ince yüzü kapıda belirdi. Gözleri bu bir saatte iki kat büyümüş gibiydi.

“Ne istiyorsun?”

“Benimle geleceksin.”

“Dedim ya...”

“Biliyorum. Ben düşündüm. Her şeyi düşündüm, tamam mı? Hepiniz benimle geleceksiniz. Bu baraka kapanıyor.”

Kız dondu. “Sen çıldırdın mı?”

“Hayır. Her şeyi düşündüm. Her şeyi...”

Çocuk arkasına döndü, sürüyü bellerinden birbirine bağlayan esnek şeridin kendi beline doladığı ucuna asılıp çekti. “Hızlı!”

“Bundan hızlı yürüyemiyorlar. Hiç yürümediler...”

Kız nefes nefeseydi. Bir saat önce çocuklara üçer gran daha vermişlerdi, ve şimdi taşikardi hepsinin nefesini kesiyordu. Granı sindirim yoluyla almak hem gran kaybıydı hem de zamanlamada çok sorun çıkarırdı, ama çocuğun mili enjeksiyon kapsülleri hepsine yetmezdi hem de riskliydi. Yakasını çekip göğsüne baktı. Topu topu altı tane kalmıştı. Gerçi bu gün bir miligran daha alamazdı, transformatörün üstündeki göstergeye baktı, kanı defekte olursa hiçbirinin şansı kalmazdı. Dört saniye... Yarına kadar sonarı ya da zipi kullanmasını gerektirecek bir durumla karşılaşırlarsa işleri biterdi. Maksimum beş.

Durdu. “Biraz dinlenelim.” Adamların granlarını barakada bırakmışlardı. Hemen hemen hepsini. Belki peşlerinden gelmezlerdi. Başka zaman olsa böyle bir umut olmazdı ama belki bu gün...

“Nereye gidiyoruz?”

“Üsse.”

Kız bir açıklama beklemeden yanında oturdu. İstemiyor, çünkü istediği hiçbir şey olmadı. Ne düşündüğü belli olmuyordu. Düşünmüyor. Sadece yürüyorlardı, üs denen yere gidiyorlardı, orada... bunu orada görecekti. Çünkü ben her şeyi düşündüm.

“Eskiden,” dedi, “Atıklar uzaya gönderiliyordu, organik çöpler. Ölüler. Setler inşa edildikten sonra dönencelerin arasında kalan her yere çöp bandı döşendi. Bantlar üslere gidiyor. Orada biriken çöpler de uzaya göneriliyordu. Sonra bir grup çıktı. Sonradan konan adıyla ‘İnsanlık Düşmanları’. Gizli bir örgüt. Çöplerin uzaya gönderilmesine karşıydılar, buna konformizm diyorlardı. Uzaya gönderilen her molekülün dünyadaki doğal çevrimi zedelediğini öne sürdüler. İnsanlar yaptıklarıyla yaşamayı öğrenmeliydi. Uzay üslerini sabote etmeye başladılar. Çok fazla yandaşları vardı. Çöp projesi durdu. O zaman bilimsel projeleri yöneten bir azınlık olduğu ortaya çıktı. Ve bu azınlık çok güçlüydü. İnsanlık düşmanlarının kökü kuruyana kadar tüm projelerin durdurulduğu ilan edildi. Bu büyük bir şaşkınlık yarattı, her türlü yargı ve yönetim mekanizmasının öldüğü sanılıyordu ama öyle değildi işte. İşleri yöneten birileri vardı. Yeni Dünya Projesi ilk kez o zaman açıklandı. Uzaya gönderilen çöpler hammadde olarak kullanılıyordu, yukarıda diamondoid bir şehir kuruluyordu. Dünyaya indirildiğinde insanca bir yaşam başlayabilecekti. İnsanlık Düşmanları adı oradan geliyor. Başlarındaki kişi ele geçene kadar proje kapatıldı. Ama o insanlık düşmanı yüz yirmi yıldır bulunamadı. Yeni Dünya Şehri’nin inşası bu zaman boyunca durdu. Uzaya hiç çöp gönderilmedi.”

Kız başını salladı. Ama gözleri boştu.

“Bu gün,” dedi çocuk, “Proje uyanacak.”

Söylediklerinin kız üzerindeki etkisini görmeye çalıştı. Kız tepki göstermedi.

“Bu gün üsten uzaya bir araç gönderilecek. Şehrin inşası devam edecek. Birçok insan, yıllardır bunu bekliyordu. Ama artık bilenlerin sayısı çok azaldı. Yine de... Her şey değişti. Bu günden sonra her şey değişecektir.”

“Bir proje...” inançsız bakışlarını çocuğa çevirdi, “bütün bunları değiştirebilir mi?”

“Umut değiştirebilir! Yeni bir hayat vaadi. Bizden sonrakiler için. Belki bizim için de.. Artık çocukların bir anlamı var. Yaşayabilecekleri bir hayatları olacak. O zaman geldiğinde dünyada insanlar olmalı. Yeni Dünya’da yaşayacak çocuklar olmalı. Bu her şeyi değiştirir. Anlıyor musun?”

Kız başını salladı, gözleri biraz canlandı. Kafası karışmıştı.

“Herkes farklı düşünmeye başlayacak. Beklemeye değer diyecekler, böyle bir umutla yüz yıl daha dayanabilirler. Korunmaya değer bir şeyler olduğunu düşünecekler. Artık korunmaya değer şeyler var.”

“Ne gibi?”

“Hayat gibi. Hep birlikte hayatta kalmak gibi.”

İçinde coşku hissediyordu. Hiç bu kadar güçlü hissetmediği bir şeydi bu. Bunun da bir tür yükseltici olduğunu farketti. On saniye. Hey, hiç fena değil.

Başı dönüyordu. Yerinden fırladı. Tekrar oturdu. Etrafına bakındı. Uzanıp kızın belindeki şeridi çekiştirdi. “Nasıl gidiyor?”

Dikenlerin arasından, uzaktan bir kıkırdama duydu.

“Bir dakika,” diye seslendi. “Bir dakika sonra hop diye bağırdığımda herkes yürümeye hazır olacak.”

Kız şaşkınlık dolu gözlerle ona bakıyordu. Söylediklerini tartmaya başlamış olmalıydı.

“Ne olacak şimdi?”

“Bilmiyorum. Varınca göreceğiz. Yanılmıyorsam...”

“Eee..”

Çocuk huzursuzca kımıldandı.

“Eğer işler yolunda giderse... Bundan sonra demek istiyorum...”

“Eee...”

“Artık birine bakabilirim.”

Çocuk şeridi yoklayarak elini uzattı. Kızın elini yakalayıp onu çekti. Şerit bu koşullar altında ne kadar dayanabilirdi bilmiyordu.

“Ne kadar çoklar...” Kızın gözleri büyümüştü. Arkalarında biriken insanları itip yol açarak ve ayakta durmaya çalışarak gerilediler. Kalabalık arttıkça çemberin dışında kalmak zorlaşıyordu.

Çocuk güldü.

“Yolcular,” dedi, “bunu hesaplamamışlardı. Sandıklarından çok daha uzun bir yolculuk yapacaklar.”

“Ne?”

“Yok bir şey. Bak.”

Üsse baktılar. Korkunç gürültü koptuğunda herkes olduğu yerde dondu. Araç dev bir alev topu şeklinde kopup yükseldi. Gökyüzünde kaybolana kadar insanların açık ağızlarına sağır edici gümbürtü doldu. Ses azalmaya başladığı anda, insan sesleri yükseldi. Dev bir uğultuydu. Araç tümüyle gözden kaybolduktan bir süre sonra itiş kakış başladı.

“Koşun,” diye bağırdı çocuk. “Şimdi hayatta kalırsak sonsuza dek yaşarız.”


Gözde Genç. 2003


SABAH SAAT SEKİZ

Ray Nelson


“Uyanın.” dedi hipnozcu gösterinin sonunda deneklerine.

Sıradışı bir şey oldu.

Deneklerden biri bütünüyle uyanmıştı. Bu daha öne hiç olmamıştı. Adı George Nada’ydı ve ilkin olağan şeyler dışında hiçbirşeyin farkında olmadan, tiyatrodaki yüzler denizinin içinde göz kırpıyordu. Sonra, kalabalık arasında orada ve burada seçilen suratların, Etkileyiciler’in suratlarının farkına vardı. Tabii ki, bunca zamandır ordaydılar, fakat sadece George gerçekten uyanıktı, ve bu yüzden de sadece George ne için orda olduklarının farkına varmıştı. Herşeyi bir anda anlamıştı, ki buna eğer dışarıya herhangi bir işaret verirse, Etkileyiciler’in anında, önceki konumuna dönmesini emredeceği, ve onun da buna uyacağı gerçeği de dahildi.

Tiyatro’dan ayrıldı ve neon rengi geceye doğru atıldı, dünyanın hükümdarlarının yeşil, sürüngerimsi etlerini ya da çoklu sarı gözlerini gördüğüne dair herhangi bir belirtiden kaçınmaya dikkat ederek. İçlerinden biri “Ateşin var mı dostum?” diye sordu George’a. Ateşi verdi, sonra da ilerledi.

Sokak boyunca sıralanmış aralıklarda, George, Etkileyiciler’in çoklu gözlerinin fotoğrafları ve altlarına yazılmış “Sekiz saat çalış, sekiz saat oyna, sekiz saat uyu,” ve “Evlen ve üre” gibi çeşitli emirlerle kaplanmış afişler gördü. George’un gözleri, bir mağazanın penceresindeki bir televizyon setine takıldı, lakin tam zamanında başka bir yöne bakmayı başardı. Ekrandaki Etkileyici’ye bakmadığı zaman, “bu istasyonu izler durumda kal” emrine direnebiliyordu.

George, küçük bir yatak odasında kendi başına yaşıyordu, ve eve gelir gelmez yaptığı ilk şey de televizyon setinin bağlantısını kesmek oldu. Yine de, diğer odalarda komşularının televizyon setlerini duyabilirdi. Çoğu zaman sesler insanlara aitti, fakat bazı bazı, uzaylıların kibirli, garip bir şekilde kuş sesine benzeyen vıraklamalarını duyuyordu. Bir vıraklama “Hükümete itaat edin” diyordu, diğeriyse “Hükümet biziz”. “Biz dostuz, bir dost için herşeyi yapardınız, öyle değil mi?”

“İtaat edin!”

“Çalışın!”

Aniden telefon çaldı.

George ahizeyi kaldırdı. Karşı taraftaki Etkileyiciler’den biriydi.

“Merhaba” diye cıyakladı ses. “Ben Polis Şefi Robinson, denetimin için arıyorum. Sen yaşlı bir adamsın, George Nada. Yarın sabah saat sekizde, kalbin duracak. Lütfen tekrar et.”

“Ben yaşlı bir adamım,” dedi George. “Yarın sabah saat sekizde, kalbim duracak.”

Denetimci telefonu kapadı.

“Hayır, durmayacak” diye fısıldadı George. Niye ölmesini istediklerini merak ediyordu. Uyanmış olduğundan mı şüphe duyuyorlardı? Muhtemelen. Birisi onu farketmiş, onun, diğerlerinin tepki verdiği şekilde tepki vermediğini anlamış olabilirdi. Eğer George ertesi sabah saat sekizi bir dakika geçerken bile canlı durumda olursa, artık emin olacaklardı.

“Son için burada beklemenin bir faydası yok” diye düşündü.

Tekrar dışarı çıktı. Afişler, televizyon, geçen uzaylılardan gelen rastgele emirler onun üzerinde mutlak güce sahipmiş gibi görünmüyorsa da, yine de duyduğu, itaat etmek için; şeyleri, efendisinin görmesini istediği şekilleriyle görmek için ayartılmış olduğu hissi güçlüydü. Dar bir sokaktan geçti ve durdu. Uzaylılardan biri burda tek başına, duvara yaslanmış vaziyette duruyordu. George ona doğru yürüdü.

“Yürü,” diye hırıldadı yaratık, ölümcül gözlerini George’a odaklayarak.

George farkındalık tereddütü idrak edişini hissetti. Bir an için, sürüngerimsi kafa, sevimli, yaşlı bir sarhoşun suratının halini aldı. Tabii ki, sarhoş, sevimli olabilirdi. George bir tuğla aldı yerden ve tüm gücüyle yaşlı sarhoşun kafasına geçirdi. Bir anlığına, tüm resim bulanıklaştı, sonra da kafanın içinden mavi-yeşil kan fışkırdı ve kertenkele, seğirerek ve kıvranarak yere düştü. Bir an sonraysa ölmüştü.

George cesedi gölgelere doğru çekti ve üstünü aradı. Bir cebinde minik bir radyo, diğerinde ise garip bir şekilde biçimlendirilmiş bir bıçak ve çatal vardı. Minik radyo, anlaşılmaz bir dilde birşeyler söyledi. George radyoyu cesedin yanına koydu, fakat yemek aletlerini yanına aldı.

“Büyük ihtimalle kaçamam,” diye düşündü George. “Niye onlarla savaşıyorum?”

Ama belki de kaçabilirdi.

Ya diğerlerini de uyandırabilirse ne olurdu? Bu denemeye değebilirdi.

12 blok ötedeki, kız arkadaşı, Lil’in apartmanına yürüdü, ve kapısını çaldı. Lil, kapıya bornozuyla çıktı.

“Uyanmanı istiyorum,” dedi George.

“Uyanığım,” diye yanıtladı Lil. “İçeri gelsene.”

İçeri girdi. Televizyon çalışıyordı. Kapattı.

“Hayır,” dedi George. “Gerçekten uyanmandan bahsediyorum.” Lil bir anlama belirtisi göstermeksizin baktı ona, bu yüzden de, George parmaklarını şıklattı ve bağırdı, “Uyan! Efendiler uyanmanı emrediyor.”

“Kafayı mı yedin, George?” diye şüpheli şüpheli sordu Lil. “Kesinlikle gülünç davranıyorsun.” Lil’in suratına bir tokat attı George. “Kes şunu!” diye bağırdı Lil ise, “Sen bugün neyin peşindesin böyle tanrı aşkına?”

“Yok bir şey” dedi George, yenilmişcesine. “Sadece takılıyordum.”

“Suratıma tokat atmak “sadece takılmak” değildir!” diye bağırdı Lil.

O sırada kapı çaldı.

George açtı kapıyı.

Gelen uzaylılardan biriydi.

“Şu patırtıyı sönük bir gümbürteye kadar kısamaz mısınız?” diye söylendi.

Gözler ve sürüngenimsi et görüntüsü bir parça uzaklaştı ve George, sadece atlet giymiş, şişman, yaşlı bir adamın titreşen görüntüsünü gördü. George, yemek bıçağıyla boğazını yardığında da halen insandı, fakat zemine çarptığında artık bir uzaylıydı. Onu dairenin içine sürükledi ve kapıyı kapadı. Yerdeki çok-gözlü yılansı şeyi işaret ederek, “Orada ne görüyorsun?” diye sordu Lil’e.

“Bay... Bay Coney,” diye fısıldadı, gözleri korkudan genişçe açılmış bir şekilde Lil. “Sen... az önce öldürdün onu, sanki hiçbir şeymişcesine.”

George “Bağırma,” diye uyardı Lil’i ona doğru ilerlerken.

“Bağırmayacağım George. Yemin ediyorum ki bağırmayacağım, sadece tanrı aşkına lütfen o bıçağı yere bırak.” Lil, kürek kemikleri duvara iyice dayanana kadar geriledi.

George bunun bir faydası olmadığını anladı.

“Seni bağlayacağım,” dedi George. “Önce bana Bay Coney’nin hangi odada yaşadığını söyle.”

“Merdivenlere doğru giderken solundaki ilk kapı,” diye cevapladı Lil. “Georgie... Georgie. Bana işkence etme. Eğer beni öldüreceksen, temiz bir şekilde yap bunu. Lütfen, George, lütfen.”

Onu yatağın çarşafıyla bağladı ve ağzını tıkadı, sonra da Etkileyici’nin cesedini aradı. Yabancı bir dilde konuşan küçük radyolardan başka bir tane daha, ve bir başka yemek aleti seti vardı, bunun dışında da hiçbir şey yoktu.

George yandaki kapıya yürüdü.

Kapıyı tıklattığında, yılansı-şeylerden biri cevap verdi, “Kim o?”

“Bay Coney’nin bir arkadaşı. Onu görmek istiyordum,” dedi George.

“Az önce çıktı dışarı, fakat hemen geri dönecektir.” Kapı bir şaklamayla açıldı, ve dört sarı göz meydana çıktı. “İçeri gelmek ve beklemek ister misin?”

“Olur,” dedi George, gözlere bakmaksızın...

Uzaylı kapıyı kapatınca, sırtı George’a dönükken, “Burda yalnız mısın?” diye sordu George.

“Evet, neden?”

George, Etkileyici’nin arkasından doğru gırtlağını kesti, ve sonra da daireyi aradı.

İnsan kemikleri ve kurukafaları, bir de yarısı yenmiş bir el buldu.

İçlerinde iri, şişman sümüklü böceklerin yüzdüğü su depoları buldu.

“Çocukları,” diye düşündü, ve hepsini öldürdü.

Daha önce hiç görmediği çeşitte silahlar da vardı. Birini yanlışlıkla ateşledi, fakat neyse ki silah gürültüsüzdü. Silah, küçük zehirli oklar ateşlemiş gibi görünüyordu.

Silahı ve alabildiği kadar çok sayıda ok kutusunu cebine koydu ve Lil’in dairesine geri döndü. Lil, onu gördüğünde, çaresiz bir dehşet duygusuyla kıvrandı.

“Rahatla tatlım” dedi George, Lil’in ağzını çözerken, “Sadece arabanın anahtarlarını ödünç almak istiyorum.”

Anahtarları aldı ve sokağa gitmek için merdivenlerden aşağı indi.

Lil’in arabası yine, onun her zaman park ettiği aynı umumi alanda park edilmiş vaziyetteydi. Sağ çamurluğundaki vuruktan tanımıştı onu. İçeri girdi, arabayı çalıştırdı, ve amaçsızca sürmeye başladı. Düşünerek – umutsuzca bir çıkış yolu arayarak, saatlerce sürdü arabayı. Biraz müzik dinleyebileceğini düşünerek arabanın radyosunu açtı, fakat haberler haricinde hiçbir şey yoktu ve haberlerin tümü de onun, George Nada’nın, katil ruhlu manyağın hakkındaydı. Spiker efendilerden biriydi, fakat sesi bir parça korkmuş geliyordu. Niye korkmuş olsundu ki? Tek bir adam ne yapabilirdi ki?

George, yolun kesilmiş olduğunu görünce şaşırmadı, ve o noktaya varmadan yan bir sokağa saptı. “Sana, kırlara doğru küçük bir gezi de yok, Georgie oğlum.” diye düşündü kendi kendine.

Etkileyiciler, George’un, Lil’in dairesinde yaptıklarını daha henüz keşfetmişlerdi, yani muhtemelen Lil’in arabası arıyor olacaklardı. Arabayı dar bir sokakta park etti ve metroya girdi. Bir nedenden dolayı, metroda hiç uzaylı yoktu. Belki de bu tür şeylere göre çok iyiydiler, ya da belki sadece gece, geç bir vakit olduğundandı.

En sonunda onlardan biri içeri girdiğindeyse George indi.

Tekrar sokağa çıktı ve bir bara girdi. Etkileyiciler’den biri televizyondaydı, tekrar tekrar aynı şeyi söylemekteydi; “Biz dostlarınız. Biz dostlarınız. Biz dostlarınız.” Aptal kertenkelenin sesi korkmuş gibi çıkıyordu. Neden ki? Bir adam onların tümüne karşı ne yapabilirdi ki?

George bir bira söyledi, sonra da, televizyondaki Etkileyici’nin artık onun üzerinde hiçbir gücü yokmuş gibi göründüğü gerçeği aniden sarstı onu. Tekrar ona baktı ve düşündü, “Bana bir şey yaptırtmak için efendim olabileceğine inanmak zorunda. Onun tarafında korkunun en ufak bir belirtisi... Ve hipnotize etme gücü kayboluyor.” George’un resmini televizyon ekranında teşhir etmişlerdi ve George telefon kulübesine doğru geriledi. Denetimcisini, Polis Şefini aradı.

“Merhaba, Robinson?” diye sordu.

"Benim."

"Ben George Nada. İnsanların nasıl uyandırılacağını anladım."

"Ne? George, bekle. Nerdesin?" Robinson’ın sesi neredeyse histerikti.

Telefonu kapadı, parayı ödedi ve bardan çıktı. Büyük olasılıkla yaptığı aramanın izini süreceklerdi.

Başka bir metroya bindi ve şehir merkezine gitti.

Şehrin televizyon stüdyolarından en büyüğüne ev sahipliği yapan binaya girdiğinde şafak sökmüştü. Bina yöneticisini sordu ve sonra da asansörle yukarı çıktı. Stüdyonun önündeki polis tanıdı onu. “Ne, sen Nada’sın!” diye soluk soluğa konuştu.

George, onu zehirli ok silahıyla vurmayı istemiyordu, fakat buna mecburdu.

Stüdyonun kendisinin içine girmeden önce birkaç insan daha öldürmek zorunda kaldı, buna görev başındaki tüm mühendisler de dahildi. Dışardansa pek çok polis sireni, heyecanlı bağırtılar ve merdivenlerde koşan ayaksesleri geliyordu. Uzaylı, “Biz dostlarınız. Biz dostlarınız.” diyerek, televizyon kamerası önünde oturuyordu, ve George’un içeri girdiğini görmedi. George kendisini iğne silahıyla vurduğunda, basitçe cümlenin ortasında durdu ve orda oturdu, ölü olarak. George ona yakın bir yerde durdu ve uzaylı vıraklamasını taklit ederek konuştu; “Uyanın. Uyanın. Bizi gerçekte olduğumuz gibi görün ve bizi öldürün!”

O sabah şehrin duyduğu ses George’un sesi, fakat görüntü, Etkileyici’nin görüntüsüydü, şehir ilk kez uyandı ve savaş başladı.

George, en sonunda elde edilen zaferi görecek kadar yaşayamadı. Saat tam sekizde, kalp krizi yüzünden öldü.

çeviri: Yasin Başaran.

Akışkan Zamanlarda

Yine karanlık bir sabah, yine aynı zaman ve yine aynı uyanış. Ancak kendisinin girebildiği silindirik tüpünden zorlanarak çıktı. İşine gitmek için yapması gereken sadece iticilerini takmaktı ve öyle de yaptı. Aletinin çalışıp çalışmadığının kontrolü olan tıslamasından sonra küçük mağarasının her sabah onu aynı yöne kovalayan kapısını açtı, spiral şekilde açılıp kapanıyordu nedense. Kapının her kapanışından neden bu kadar korktuğunu hep merak etmişti, her seferinde, her sabah dışarıya süzüldükten sonra kapanıp da asla açılmayacağını zannettiği yuvarlak kapısı onu korkutuyordu, her seferinde bugün geri dönemeyeceksin der gibi ya da seninle hayatımız bugüne kadardı deyip sonra da sımsıkı ağzını kapatan meşhum bir kapı.

Süzülerek çıktığı dışarıda, roketleriyle hafifçe itki sağlayarak her gün o bölgenin işçilerinin toplamaya gelen rokete yapışacağı toplama noktasına doğru ilerliyordu, bütün o diğerlerinin aksine daha yavaş gidiyordu ancak kimsenin buna aldırış ettiği yoktu ya da en azından o anki olaya bakış açılarının darlığı yüzünden o anki hareketteki tuhaflığı yakalayabilmek için daha uzaklardan bakmak gerekirdi, üçüncü kısım astreoidlerinin toplanma yerinin merkez olduğu ve bu merkeze doğru hareket eden eşit hızlardaki bir sürü farklı renkteki noktacık, merkezi daha yoğun ve ufak, sanki bir gök ada gibi görünüyordu uzaktan, kendi içine çöken, hızlandırılmış, kendi etrafından dönmeden içine çöken bir gök adacık ve bu gök adacıkta merkeze doğru toplanan diğer noktalara inat eder gibi bir noktacık gerekli hızda ilerlemiyot, ne büyük bir sırıtış, sanki o gök adanın merkezinde onu çeken gücün etkisine aldırmıyormuş gibi ya da onun üstünde bir etkisi yokmuş gibi.

Herkes neredeyse toplandığında, onları toplayacak olan roketler çoktan gelmeye başlamıştı ve bir nevi kıdem sıralamasına göre herkes roketlerine yapışacaktı, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, beyaz ve gri ekipler. Roketlere yapışmak belkide işçilerin hayatlarındaki en heyecanlı olaydı, çünkü her seferinde olanca hızıyla geçmekte olan roketlerin önüne kendilerini atarak, roketi yavaşlatmadan ve zaman kaybı olmadan araca yapışıp gitmeleri gereken yere tam zamanında ulaşmak, aslında bu iş ne kadar büyütülürse büyütülsün şu ana kadar roketini kaçıran adam çok azdı ve onlarda arkadan gelen roketlerden birine diğer ekibin arasına rahatça karışabiliyordu ve asıl heyecanlı olay roketle beraber iş merkezine doğru yolculuktu çünkü, yüzlerce kilometre hızlarda bir roketin önüne yapışmış onlarca renk! Sosyalleşme konusunda asla sıkıntı çekmediklerini belli eden ufak bir ayrıntı. Nasıl iniyorlardı acaba. Bunu kendileri de daha çözemediler ancak bir şekilde başarıyorlardı.

Bütün astreoid kuşağının sakinleri, sahip oldukları ya da sahip olundukları, mevcut olan tek kurum olan kuyu da çalışmaktaydılar ancak, yaptıkları işin tam olarak ne olduğunu ne kendileri biliyordu ne de korkmadan sorabilecekleri bir üst renk yoktu ki onlarda bilmiyordu, işletmede zaten yapılabilecek ya da organize edilebilecek pek bir şey yoktu da zaten, sadece bir kuyu, ve işletmede de sadece tek belirgin kural ise kuyuya yaklaşmamaktı.

Bu kuralın kim tarafından ya da ne amaçla konulduğu hakkında kimsenin bir fikri dahi olmasa da yürüttükleri genel mantık sonucu, demek ki bir şey varmış ki yaklaşmak yasak, sonucuyla halihazırda herkes neredeyse merak dahi etmiyordu. Merak etmek zorunda da hissetmiyorlardı kendilerini çünkü sahip oldukları yaşamın sahip olunabilecek en iyi yaşam olduğu üzerine yaptıkları tartışmalarda hiçbir zaman aksi kanıtlanamamıştı.

Ancak yine de bir çıban başı mı denir artık ya da meraklı mı? Bilinmez, ancak kuyunun ne olduğuna dair fikirler aklından geçtikçe kendisini bir kaşıntı tutan alt renklerden bir tanesi vardı ki bu daha önce gördüğümüz isteksizce toplama alanına süzülendir.

Ne yaptıkları belli olmayan iş hakkında biraz daha bahsedecek olursak, bütün o sahip oldukları renklerin içinde tüm işçiler kuyunun etrafından geziniyorlardı, bunun için belirli bir kural yoktu, inançları/fikirleri ya da “her, canları bir şeyi birkaç kişiyle yapmayı çekmiş” olanlar grup halinde dolaşsalar da kuyunun etrafında ki gezinmeler çoğunlukla genel bir kuraldan yoksundu. Kuyuya yaklaşmanın yasak olmasına rağmen kuyuyu koruyan hiç kimse yoktu ve bariz bir şekilde de kuyuya balıklama dalmak isteyen de yoktu, sadece tek ilgileri her gün bu yapmak zorunda oldukları can sıkıntısının zamanını doldurup kendi deliklerine çekilmekti.

İşte öyle zamanların birinde; iş bitimi olduktan ve herkes oyuklarına geri döndüğünde, alt düzeydeki, işe yavaş giden, oyuğuna girdikten hemen sonra dışarıya süzüldü, bunu pek sık yapmazdı ancak kuyunun ne olduğu ilgili düşünceleri sıkıntı verecek kadar yoğunlaştığı zamanlar çıkıp uzayda meteor sektiriyordu, aklından atmak için mi yapıyordu yoksa meteorların hareketlerini düşünerek, aklındakileri de ileriye doğru götürmesi için güç mü kazanıyordu kendisi de pek farkında değildi ancak bunu her yapışında kararlılığı daha da artıyordu ve bir nevi trans haline geçiyordu.

Gözlerini açıp da, transtan çıktığında kendisini yarı beline kadar sarkmış, kuyunun dine bakarken buldu. Bunu fark etmesi iliklerine kadar onu dondurmuş olmasına rağmen, korkusunun yavaş yavaş azalıp da düşünebilme yeteneğinin birazcık geri geldiği anda korkmasının sebepsiz olduğunun farkına ancak varabildi, çünkü bilmediği bir süredir kuyunun dibine bakmaktaydı ve o “kuyuya yaklaşmayın” uyarısının gerisinde sağlam bir temel olmadığını anladı, bir şey olmamıştı. Bundan daha da cesaret alarak bu kez aklı başında kuyunun kör karanlığına doğru bakmaya başladı ve devam etti, bu arada aklından kimbilir işçilerin buraya gelme vaktine ne kadar kalmıştır acaba diye merak etti ve karanlığın içerisinde, kuyunun ağzının biraz aşağısında derinlere inen bir merdivenimsi bir şey görmesiyle daha da ileri giderek aşağıya inmeye başladı. Yasağı çoktan çiğnemişti ve artık sonuna kadar gitmemesi için bir neden yoktu. Bu yaptığının cezası neydi acaba, bunu hiç bilememişti, bilen olduğunu da zannetmiyordu, kuyudan aşağıya indikçe düşünceleri de daha cüretkar olmaya başlamıştı. Diğer üst renkler benim bildiklerimden daha fazlasını bilmiyorlar diye düşündü, diğer hiç kimsenin veremediği bir cevabı onlarda veremiyordu ya da herkesin bildiği bir cevaba farklı bir şeyler eklemiyorlardı. Tümüyle hepsi gereksizdi. Derinlere doğru ilerledikçe ne korkusu kalmıştı ne de cesaretsizliği.

Merdivenimsinin bitmesinden sonra kuyunun dibine ulaştığını zannederek kendisini, çokta kendinden emin olmasa da, yine de rahatça aşağıya doğru bıraktı ancak düşüşün şiddeti, bir düşüşü değil de yutuluşu andıracak denli şiddetliydi, ne o roketlere yapıştığı günlerdeki gibiydi ne de böyle bir şey olmamıştı ki daha önce. Bütün o cüretkar düşünceleri ve cesareti tümüyle yok olup gitti, sadece kendine acımalar ve aptallığına küfür etmeler, emilişinin hızı arttıkça küfürlerinin şiddeti de artmaktaydı. Sonunda düştüğünü zannetti ya da çakıldığını ancak, bütün o emilişinin ardından birden kesilen çekimden sonraki çekimsiz bir yere varmış olduğunun ayırtına; aklından gecen bütün yok oluşunun sonrasındaki senaryoların hepsini bir bir yeniden hatırlayıp da hiçbirisinin yakınından dahi geçmediğini ve varlığını önceden beri nasıl hissedebiliyorsa öyle duyumsayabildiğini anladıktan sonra ancak varabildi.

Daha sonra, aklının körlüğü geçtikten sonra, nasıl bir yere vardığını anlayabildi, burası yaşadığı astreoid kuşağı olmadığıydı bu anlayışı da. Ancak kaba bir tabirle vardığı yer; renklerin şekillerini değiştirip etraftaki artık nesneler midir bilinmez onlarla oynayışlarından ibaretti. Burada daha önce gördüğü renklerden başka adlandıramadığı ve adlandırmaya başlasa zamanının yeterli olup olmayacağı çeşitlilikte renkler vardı ve onlar kimi zaman incelip uzayıp, ardından küçük tanelere ayrılıp etrafta duran nesne gibi şeylerin etrafını bulut gibi kaplıyor ardından başka bir renkle karışıp ardından tekrar kendi rengine dönüyor, nesnelere yapışıp çeşitli yönlere doğru yavaş yavaş damlayarak süzülüyordu. Burada kesin olan bir şey var ise o da renklerin hiçbir zaman hareketsiz kalmadıklarıydı.

Kendisi oraya geldiğinden beri ne kadar zaman geçmişse, o da o kadar süre etrafını seyretmekle geçirmişti ve yok olmaya başladığı zaman da, onun da hareket etmesi, bu curcunaya katılması gerektiğini çok geç olduktan sonra anlayabilmişti. Sahip olduğu rengi yitirdi ve orada bulunan nesnelerin aslında ne olduklarını anlamıştı, kendi kendisine soracağı son soruyu da soramadan bir nesne olmuştu çoktan.

Ve orada bulunan bütün renkler, düşüncelerinden azad edilmiş, sadece yaptıkları şeylerle anlaşabilen renkler, tümü birleşerek sahip oldukları her farklılığı saydamlığa dönüştürüp, arkalarında bulunan dipsiz karanlığın renginde, yeni oluşmuş nesnenin etrafında belirsizce bir damla olup yıkadılar.

Ali Kartal

ÖZÜR DİLERİM, SANIRIM BEN ARADIĞINIZ KİŞİ DEĞİLİM


Usulca kapattı sanal sohbet hologramını ve bir süre holografik sohbet arkadaşlarının birer birer boşalttığı odanın gerçek nesnelerle dolu gerçek görüntüsüne alışmak için gözlerini kırpmadan bekledi. Yavaşça döndü oturduğu (ya da uzandığı mı demeli) koltukta ve neredeyse hiç hareket etmiyormuş gibi dingin bir şekilde kapıya doğru baktı. “Daha yavaş hareket etmeliyim” diye düşündü, “yoksa kalbim yerinden fırlayacak. Daha sakin olmalıyım, ve kalbim de deli gibi çarpmaktan vazgeçmeli. Kapı çalıyor. Ne yapacağım şimdi ben?”.

Kapının çalması, hele içinde insan bulunan bir evin kapısının çalması belki siz okura son derece doğal gelecektir, ancak bundan yıllarca önce, isadan sonra 2031. ve Büyük Yıkım’dan sonraki 27. yılda, yani henüz serpintinin insanları evlerine hapsettiği zamanlarda, bir evin kapısının çalması ancak dehşetengiz simülasyonlarda yer alabilecek derecede inanılmaz bir olaydı. O yıllarda herkes yalnız yaşar, yalnız yer, yalnız uyurdu. Hükümet insanların sebebi ne olursa olsun evden çıkışını yasaklamış, savaş sonrası radyasyonundan korunmak için panjurların kapatılmasını ve internet ağının sürekli açık tutulmasını emretmişti. Tüm ihtiyaçlar pnömatik sistemler sayesinde evlere gönderiliyor, karşılığı insanların internet ağı üzerinden yaptıkları işlerle kazandıkları kredilerden düşülüyordu. Tüm insani ilişkilere, yakınlarla iletişim, romantik akşam yemekleri, okul arkadaşları ile kaçamaklar ve sekse internet ağı ile bulabileceğiniz holografik simülasyonlar vasıtası ile ulaşılabiliyordu.

İşte o zamanlarda, Büyük Yıkım başladığında henüz anne babası ile yaşayan ve öldükleri günden bu yana henüz hiçbir gerçek insan görmemiş ve duymamış olan kahramanımız dehşet içinde kapıya bakıyordu. En ufak bir ses çıkarsa yada nefes alsa kapıdan bir el uzanıp onu kaçamadan yakalayacakmış gibi öylece hareketsiz kendini ölümcül korkunun insanı varlığından endişeye sokan ellerine bırakmıştı. Ne yapacağını yada yapabileceğini bilmiyordu, sadece belirli belirsiz sesin dinmesini ve kapıyı çalan her kim ya da her ne ise bir an önce vazgeçmesini diliyordu. Ama kapı tekdüze bir ısrarla çalmaya devam etti. Sonunda, içindeki insancıl tarafın yok oluşa götüren merakı hayvani tarafının hayatta kalma üzere kurulu endişe ve korkusunu yenmeyi başardı. Kalktı yerinden ve yıllarca kullanılmadığı için artık neredeyse duvara sabitlenen kapının kilidini zorlukla çevirdi. Kapıyı açarken çıldıracak gibiydi, bir taraftan hemen o anda yok olmak istiyor, diğer taraftan göreceği şeyin merakı ile içi içine sığmıyordu. Kapıyı açtı, geriye çekildi ve dezenfektan spreyin yarattığı dumanın dağılmasını bekledi biraz. Şimdi dumanların arasında 30lu yaşlarda bir adam duruyordu, üzerinde çok uzun süreden beri giyilmediği belli olan ve aslına bakarsanız biraz da komik duran bir takım elbise vardı. Adam da kendisi gibi garip bir şekilde gözlerini kırpıyor, sanki görünenin çok ötesindeki bir boşluğa amaçsızca bakıyordu. Belli ki yıllarca sadece hologram görmekten yorulan gözler şimdi kendilerini gerçek bir insanın görüntüsüne alıştırmaya çalışıyorlardı.

“Merhaba” dedi adam tutuk bir şekilde. “kaç gündür evlerin kapılarını çalıp durduğumu söylesem inanmazsın”. Hala inanamıyordu olanlara zaten, karşısında kendisi gibi konuşan, terleyen, heyecandan ve belki de korkudan titreyen birisi vardı. Hologram değil, yazılım değil, kurgu değil gerçek bir insan, ne söyleyeceği, ne düşüneceği, ne yapacağı daha önceden belli olmayan tekinsiz bir varlık.

“Muhtemelen benim gerçek olup olmadığımı merak ediyorsun” diye devam etti karşıdaki. “Haklısın da aslında. Bu öteki simülasyon yazılımlardan birisi ya da bir rüya olabilir. Gerçekten sorulması gereken soru şu an yazılımı kimin kullandığı veya kimin rüyasında olduğumuz belki de. Sence fark eder mi?” Yanıt alamayınca kendisi cevabını verdi. “Aslında benim için fark etmez de. Bunu bilemeyecek kadar çok uzakta kaldı gerçek”.

İçeriye gir demek istedi ama diyemedi. Diğeri de hiçbir hamle yapmıyordu aslında içeri girmek için. İkisi de bu kadar yıldan sonra canlı birisini görmenin şaşkınlığı ve ne yapacağını bilememezliğin verdiği donuklukla öylece duruyorlardı.

“Günlerden beri evimin dışındayım” diye ısrarla konuştu kapıdaki. “Bunun nasıl bir duygu olduğunu asla bilemezsin. Serpinti olduğunu ya da kaldığını hiç sanmıyorum. Eğer hükümetin her gün söylediği gibi olsaydı ne ben ne de yolda, orada burada gördüğüm hayvanlar canlı kalabilirdi. Beri yandan artık ben bir hükümetin varlığından bile şüphe ediyorum. Günlerden beri açık bir şekilde kanunları çiğniyorum, dışarıdayım, önüme gelenin kapısını çalıyorum ama hiç kimse gelip de bana müdahale etmedi. Belki de, olur ya, hükümet bile kendinin gereksizliğini anlamış ve her şeyi otomatik bir sisteme, kendi kendine işleyen bir yazılıma devretmiştir. Bu kadar yazılımı zaten olsa olsa başka bir yazılım bir arada tutabilir bana sorarsan”.

Öyle çok konuşuyordu ki adam artık rahatsız bile olmaya başladığını düşündü. Birden bu komik geldi çünkü uzun yıllardan sonra ilk defa gerçek bir insan görüyordu ve o anda bile sessizliği ve yalnızlığı özlediğini hissetti. Bu bir sohbet ya da toplantı simülasyonu olsa tüm katılımcıları yazılımın içerisinden seçebilir ve böylece bu sabah kapısına dayanan gevezeler gibi sürprizlere karşı hazırlıklı olurdun. “İnsanoğlu” diye düşündü kendi kendine ve son derece içinden. “ne kadar da rahatsız edici olabiliyor bazen. Belki de yazılım işi o kadar da kötü değil. Belki de gerçekten başkalarına ihtiyacımız yok varolmak için ve istediğin her şeyi tasarlayabildiğin ve istemediklerini sonsuza kadar unutabildiğin bir dünya ancak bu şekilde mümkün olabiliyor. Belki de karşımdakinin distopya dediği benim ütopyam.”

“Haydi, ne duruyorsun” diye böldü düşüncelerini kapıdaki heyecanla. “Sen de gel dışarıya. Birlikte gezelim ve keşfedelim bu cesur yeni dünyayı. Kim bilir bizim gibi kimler var bu dünyada öylece birilerinin kapılarını çalmasını bekleyen. Biliyor musun neyi fark ettim. Dışarıdan bakınca yaşadığımız bu binalar morgda ölülerin yattığı çekmece yığınlarını andırıyor. Dışarıda bir yerde mutlaka öldü sanılıp da morga konan bir sürü insan var. Haydi, gel ve bu dünyanın yeni Âdem ve Havvaları olmamıza izin ver”.

Bir an durdu ve düşündü. Hakikaten de cazip olabilirdi dışarıda olma fikri. “Ama” diye düşündü yine. “Dışarıda keşfedecek ne var ki”. Evinde bir uydu seti, sürekli internet bağlantısı, istediği an tüm ihtiyaçlarını görebileceği bir simülasyon arşivi ve hiç uğraşmadan yiyeceğini, giysilerini ve hatta gazeteyi ayağına getiren bir havalandırma sistemi vardı. Dünyaya gitmesine ve onu yeniden keşfetmesine gerek yoktu çünkü dünya zaten oradaydı, tüm hayatını geçirdiği 20 metre karelik odasındaydı. Ve güvenliydi, kapıdakine morg çekmecesi kadar soğuk gelen ona ana rahmi kadar sıcak geliyordu. Başta hayvani endişelerine üstün gelen insani merak yerini hayvani güvenlik duygusuna bırakmıştı yine. “Hayatta kalmalıyım” dedi kendi kendine derinlerde bir yerden. “sadece evimde iken güvenliyim. Başkaları benim ölümüm olabilir ancak. Evim bana bunu sağlıyor. Sonsuza kadar mutlu ve güvende olabileceğim bir hayat.” Ve ilk kez, kapıyı açtığı ve davetsiz misafirini gördüğü ilk andan itibaren ilk kez ağzını açtı ve biraz da ürkekçe “Özür dilerim” dedi. “Sanırım ben aradığınız kişi değilim.”


murat g.

BİLİMKURGUCU BANA BAK SENİNLE POLEMİĞE GİRMEK İSTİYORUM


Bu yazının yazılması olabildiğince geciktirildi tarafımdan zira bu yazı ile yapmak istemediğim iki şeye zemin hazırlayabileceğimi düşünüyordum. Birincisi, hiç de olmadığım halde bir bilimkurgu, ve hatta Türkiye de bilimkurgu, uzmanı olarak anlaşılıp bunun üzerinden eleştirilmek, ikincisi de yazının içeriğindeki bazı noktalar sebebi ile bir tür cenaze merasimi düzenlediğimin düşünülüp “hayır bilimkurgu ölmedi, ölemez” nidaları ile karşılanmak. Ama hayır hasbelkader bu yazı ile buluşan okuyucu; Brütüs ün de -bilimkurgu okusaydı- diyeceği gibi ben buraya bilimkurguyu gömmeye değil övmeye geldim.

Ama önce böylesi bir abuklamaya niçin ihtiyaç duyuldu onu özetle anlatalım. Bu derginin de doğmasına sebep İzmir kaynaklı bilimkurgu oluşumunun temelleri bundan birkaç yıl önce birkaç cidden çok iyi adam tarafından atıldı. Her ayın son pazarı bin bir zahmet ve çile ile insanlar bir araya geldi bilimkurgu okudu ve bilimkurgu tartıştı. Toplantıya bir şekilde gelip gidenlerin sayısı yüz kusuru buldu, ufacık kitapçı dükkanında oturacak yerin bulunamadığı toplantılardan son zamanlarda birkaç üyenin bir araya geldiği ufak toplantıcıklara gelindi. Ve bir süre sonra toplanmanın bir amacının kalmadığı ve bir müddet ara verilmesi gerektiği konusunda hüzünlü ama sessiz bir uzlaşmaya varıldı. İzmir de olanlar ilk değil, son da olmayacak muhtemelen. Yıllar önce Ankara da benzer toplantıların olduğunu ve zaman içinde son bulduğunu biliyoruz. İstanbul da ısrarla toplanan bilimkurgu sevenlerin eski heyecanının kalmadığını ve toplantıların tadının kaçtığını duyuyoruz. Peki nedir o zaman bu veba korkusu, bu fakirleşmenin sebebi, aman yarabbi yoksa her şeyin sonunun geldiği geç modern zamanlarda bilimkurgunun da mı sonu geldi demeyelim yazının sonuna kadar sabredelim.

Bu konuda kiminle konuşsanız dertli ama kişisel çekişmelerin, uzlaşmazlıkların, amaç birliksizliğinin çok az rolü olduğunu düşünüyorum ben bu işlerde. Öncelikle ve en başta şuna inanıyorum, bilimkurgu yalnız insanların sığınağıdır, bilimkurgu yazan da okuyan da yalnızdır. Ama öyle böyle bir yalnızlık değil bu, kalabalık arttıkça etrafta, insanın kalbini burkarcasına artan bir yalnızlık. Birlik olundukça, bir araya gelindikçe, insanın sığınmak istediği sıcacık bir yalnızlık bu. Gerçek ile uzlaşamayan, gerçek gibi görünenden köşe bucak kaçan bir yalnızlık. Sadece kendi kendisi ile paylaşan, paylaştıkça yalnızlığını çoğaltan, yalnızlığı ile çoğalan bir grup huzursuz ruh bilimkurgu okuyanlar. Bu sebeple de bir araya gelmemesi, bir araya gelip de büyüyü bozmaması gerekir hakiki bilimkurgucunun. Yoksa hiçbir bilimkurgu seven yoktur ki şöyle arkadaşlarla bir pazar piknik yapalım mangalları getirelim, top getirip maç yapalım diyesi olsun.

Sonra bilimkurgu dünyanın neresine bakarsanız bir alt kültür meselesidir. Yani zamanında türlü türlü ecnebi memleketlerde halk sınıf sınıf bölünmüş, her sınıfın kendi kültürü sanatı olmuş, parası olan ana akım sanatı biçimlendirmiş, zenginleştirmiş, olmayan ve parası olanların o kadar parası olmamasını isteyenler de kendilerine göre alttan alta bir kültür sanat biçimi geliştirmişlerdir. Bilimkurgu işte bu hiç üste çıkıp da sevinemeyen misyoner pozisyonlarının mutsuz muhatabı olmuştur. Bilimkurgu bir yer altı tecrübesidir, yerüstünün gönüllü terki durumudur ki bu öyle kolay kolay hazmedilecek bir olay değildir, en başta üç beş kişiden fazlasını kaldırmaz hemen bölünür sonra yine bölünür ki çok büyüyüp de yer altından taşmasın, yer üstünün rahatına ve konforuna alışmasın. Ama canım Türkiyem gibi yer altı ile yerüstünün bir birine karıştığı, sıklıkla göz kırpıştığı ve balkon flörtü yaşadığı hiç modern olamadan postmodernleşmiş vatan köşelerinde öncelikle belki bir alt kültür nedir, ne değildir onu konuşmak halletmek gerekecektir. Alt kültür olayını ana bana zengin kolej çocuklarına bırakırsanız, sora maazallah ilk fırsatta kola şenliklerine müsamereci olur, aslında canon dediğimiz olayın bir fotoğraf makinesi markasından ibaret olduğunu söyler, sanatsal üretimin her şeyden önce ve nihayetinde bir üretim olduğunu ve temel üretim tüketim ilişkilerinden azade olamayacağını unutarak (ve belki de hiç duymadığından) fırsat eşitliğinden ve çok çalışarak kapıları zorlayabileceğinizden bahsetmeye başlar. Bilimkurgucu, elbette hayal kurar ve soytarı misali gerçekliğin yap bozu ve alt üst edimi ile iktidarı zorlar. Ama alt kültürün altta kaldığı sürece kültürlü olacağını bilir ve bu sebeple de boş hayale karnı toktur, çoğalmayı yayılmayı amaçlamaz, herkesin bilimkurgu okuyacağı bir gelecek düşlemez, aslına bakarsanız herkes de okumasın ister onun okuduğunu. Çünkü küçük harfle kültür dediğimiz şey ne kadar toplumsal bir varlık gibi görünse de temel de kişiseldir. kültürün kişiselliğidir onu kalıcı yapan. Bilimkurgu bu sebeple de en kişisel kültür ürünüdür ve öyle çok paylaşmaya gelmez.

Çok uzatmadan toparlayalım. Bilimkurgu macerası bu ülkenin isteriz ki uzun soluklu olsun. Çok basılsın çok okunsun çok seyredilsin. Ama bilimkurgu okuyan da ne okuduğunu bilsin. Biraz terbiyeli olsun susanna tamarro ile leo buscaglia ile aynı rafa koymasın okuduklarını. Herkes gidiyor benim neyim eksik diye matrix kuyruklarına girmesin saatlerce, o adam kara kostümler içinde niye hırıltılı konuşuyor demesin filmden çıkınca. Bir araya elbette gelsin ama çok şey beklemesin çünkü bilsin ki mutlu aşk zaten yoktur ve bilimkurgu topluluklarının da rotary kulüplerinden bir farkı vardır. Her var olan zaten yok olmak üzere kurulmuştur ve bir zamanlar akil adamların söylediği gibi bilimkurgu yok oluşunun ayırtına vardığı derecede var olabilir ancak. Bu sebeple çok yaşasın bilimkurgu ama bilsin ki ölüm yakındır ve birlikte paylaşılan her an gözyaşlarının yağmura karıştığı gibi zamana karışacaktır.

murat g.