Akışkan Zamanlarda

Yine karanlık bir sabah, yine aynı zaman ve yine aynı uyanış. Ancak kendisinin girebildiği silindirik tüpünden zorlanarak çıktı. İşine gitmek için yapması gereken sadece iticilerini takmaktı ve öyle de yaptı. Aletinin çalışıp çalışmadığının kontrolü olan tıslamasından sonra küçük mağarasının her sabah onu aynı yöne kovalayan kapısını açtı, spiral şekilde açılıp kapanıyordu nedense. Kapının her kapanışından neden bu kadar korktuğunu hep merak etmişti, her seferinde, her sabah dışarıya süzüldükten sonra kapanıp da asla açılmayacağını zannettiği yuvarlak kapısı onu korkutuyordu, her seferinde bugün geri dönemeyeceksin der gibi ya da seninle hayatımız bugüne kadardı deyip sonra da sımsıkı ağzını kapatan meşhum bir kapı.

Süzülerek çıktığı dışarıda, roketleriyle hafifçe itki sağlayarak her gün o bölgenin işçilerinin toplamaya gelen rokete yapışacağı toplama noktasına doğru ilerliyordu, bütün o diğerlerinin aksine daha yavaş gidiyordu ancak kimsenin buna aldırış ettiği yoktu ya da en azından o anki olaya bakış açılarının darlığı yüzünden o anki hareketteki tuhaflığı yakalayabilmek için daha uzaklardan bakmak gerekirdi, üçüncü kısım astreoidlerinin toplanma yerinin merkez olduğu ve bu merkeze doğru hareket eden eşit hızlardaki bir sürü farklı renkteki noktacık, merkezi daha yoğun ve ufak, sanki bir gök ada gibi görünüyordu uzaktan, kendi içine çöken, hızlandırılmış, kendi etrafından dönmeden içine çöken bir gök adacık ve bu gök adacıkta merkeze doğru toplanan diğer noktalara inat eder gibi bir noktacık gerekli hızda ilerlemiyot, ne büyük bir sırıtış, sanki o gök adanın merkezinde onu çeken gücün etkisine aldırmıyormuş gibi ya da onun üstünde bir etkisi yokmuş gibi.

Herkes neredeyse toplandığında, onları toplayacak olan roketler çoktan gelmeye başlamıştı ve bir nevi kıdem sıralamasına göre herkes roketlerine yapışacaktı, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, beyaz ve gri ekipler. Roketlere yapışmak belkide işçilerin hayatlarındaki en heyecanlı olaydı, çünkü her seferinde olanca hızıyla geçmekte olan roketlerin önüne kendilerini atarak, roketi yavaşlatmadan ve zaman kaybı olmadan araca yapışıp gitmeleri gereken yere tam zamanında ulaşmak, aslında bu iş ne kadar büyütülürse büyütülsün şu ana kadar roketini kaçıran adam çok azdı ve onlarda arkadan gelen roketlerden birine diğer ekibin arasına rahatça karışabiliyordu ve asıl heyecanlı olay roketle beraber iş merkezine doğru yolculuktu çünkü, yüzlerce kilometre hızlarda bir roketin önüne yapışmış onlarca renk! Sosyalleşme konusunda asla sıkıntı çekmediklerini belli eden ufak bir ayrıntı. Nasıl iniyorlardı acaba. Bunu kendileri de daha çözemediler ancak bir şekilde başarıyorlardı.

Bütün astreoid kuşağının sakinleri, sahip oldukları ya da sahip olundukları, mevcut olan tek kurum olan kuyu da çalışmaktaydılar ancak, yaptıkları işin tam olarak ne olduğunu ne kendileri biliyordu ne de korkmadan sorabilecekleri bir üst renk yoktu ki onlarda bilmiyordu, işletmede zaten yapılabilecek ya da organize edilebilecek pek bir şey yoktu da zaten, sadece bir kuyu, ve işletmede de sadece tek belirgin kural ise kuyuya yaklaşmamaktı.

Bu kuralın kim tarafından ya da ne amaçla konulduğu hakkında kimsenin bir fikri dahi olmasa da yürüttükleri genel mantık sonucu, demek ki bir şey varmış ki yaklaşmak yasak, sonucuyla halihazırda herkes neredeyse merak dahi etmiyordu. Merak etmek zorunda da hissetmiyorlardı kendilerini çünkü sahip oldukları yaşamın sahip olunabilecek en iyi yaşam olduğu üzerine yaptıkları tartışmalarda hiçbir zaman aksi kanıtlanamamıştı.

Ancak yine de bir çıban başı mı denir artık ya da meraklı mı? Bilinmez, ancak kuyunun ne olduğuna dair fikirler aklından geçtikçe kendisini bir kaşıntı tutan alt renklerden bir tanesi vardı ki bu daha önce gördüğümüz isteksizce toplama alanına süzülendir.

Ne yaptıkları belli olmayan iş hakkında biraz daha bahsedecek olursak, bütün o sahip oldukları renklerin içinde tüm işçiler kuyunun etrafından geziniyorlardı, bunun için belirli bir kural yoktu, inançları/fikirleri ya da “her, canları bir şeyi birkaç kişiyle yapmayı çekmiş” olanlar grup halinde dolaşsalar da kuyunun etrafında ki gezinmeler çoğunlukla genel bir kuraldan yoksundu. Kuyuya yaklaşmanın yasak olmasına rağmen kuyuyu koruyan hiç kimse yoktu ve bariz bir şekilde de kuyuya balıklama dalmak isteyen de yoktu, sadece tek ilgileri her gün bu yapmak zorunda oldukları can sıkıntısının zamanını doldurup kendi deliklerine çekilmekti.

İşte öyle zamanların birinde; iş bitimi olduktan ve herkes oyuklarına geri döndüğünde, alt düzeydeki, işe yavaş giden, oyuğuna girdikten hemen sonra dışarıya süzüldü, bunu pek sık yapmazdı ancak kuyunun ne olduğu ilgili düşünceleri sıkıntı verecek kadar yoğunlaştığı zamanlar çıkıp uzayda meteor sektiriyordu, aklından atmak için mi yapıyordu yoksa meteorların hareketlerini düşünerek, aklındakileri de ileriye doğru götürmesi için güç mü kazanıyordu kendisi de pek farkında değildi ancak bunu her yapışında kararlılığı daha da artıyordu ve bir nevi trans haline geçiyordu.

Gözlerini açıp da, transtan çıktığında kendisini yarı beline kadar sarkmış, kuyunun dine bakarken buldu. Bunu fark etmesi iliklerine kadar onu dondurmuş olmasına rağmen, korkusunun yavaş yavaş azalıp da düşünebilme yeteneğinin birazcık geri geldiği anda korkmasının sebepsiz olduğunun farkına ancak varabildi, çünkü bilmediği bir süredir kuyunun dibine bakmaktaydı ve o “kuyuya yaklaşmayın” uyarısının gerisinde sağlam bir temel olmadığını anladı, bir şey olmamıştı. Bundan daha da cesaret alarak bu kez aklı başında kuyunun kör karanlığına doğru bakmaya başladı ve devam etti, bu arada aklından kimbilir işçilerin buraya gelme vaktine ne kadar kalmıştır acaba diye merak etti ve karanlığın içerisinde, kuyunun ağzının biraz aşağısında derinlere inen bir merdivenimsi bir şey görmesiyle daha da ileri giderek aşağıya inmeye başladı. Yasağı çoktan çiğnemişti ve artık sonuna kadar gitmemesi için bir neden yoktu. Bu yaptığının cezası neydi acaba, bunu hiç bilememişti, bilen olduğunu da zannetmiyordu, kuyudan aşağıya indikçe düşünceleri de daha cüretkar olmaya başlamıştı. Diğer üst renkler benim bildiklerimden daha fazlasını bilmiyorlar diye düşündü, diğer hiç kimsenin veremediği bir cevabı onlarda veremiyordu ya da herkesin bildiği bir cevaba farklı bir şeyler eklemiyorlardı. Tümüyle hepsi gereksizdi. Derinlere doğru ilerledikçe ne korkusu kalmıştı ne de cesaretsizliği.

Merdivenimsinin bitmesinden sonra kuyunun dibine ulaştığını zannederek kendisini, çokta kendinden emin olmasa da, yine de rahatça aşağıya doğru bıraktı ancak düşüşün şiddeti, bir düşüşü değil de yutuluşu andıracak denli şiddetliydi, ne o roketlere yapıştığı günlerdeki gibiydi ne de böyle bir şey olmamıştı ki daha önce. Bütün o cüretkar düşünceleri ve cesareti tümüyle yok olup gitti, sadece kendine acımalar ve aptallığına küfür etmeler, emilişinin hızı arttıkça küfürlerinin şiddeti de artmaktaydı. Sonunda düştüğünü zannetti ya da çakıldığını ancak, bütün o emilişinin ardından birden kesilen çekimden sonraki çekimsiz bir yere varmış olduğunun ayırtına; aklından gecen bütün yok oluşunun sonrasındaki senaryoların hepsini bir bir yeniden hatırlayıp da hiçbirisinin yakınından dahi geçmediğini ve varlığını önceden beri nasıl hissedebiliyorsa öyle duyumsayabildiğini anladıktan sonra ancak varabildi.

Daha sonra, aklının körlüğü geçtikten sonra, nasıl bir yere vardığını anlayabildi, burası yaşadığı astreoid kuşağı olmadığıydı bu anlayışı da. Ancak kaba bir tabirle vardığı yer; renklerin şekillerini değiştirip etraftaki artık nesneler midir bilinmez onlarla oynayışlarından ibaretti. Burada daha önce gördüğü renklerden başka adlandıramadığı ve adlandırmaya başlasa zamanının yeterli olup olmayacağı çeşitlilikte renkler vardı ve onlar kimi zaman incelip uzayıp, ardından küçük tanelere ayrılıp etrafta duran nesne gibi şeylerin etrafını bulut gibi kaplıyor ardından başka bir renkle karışıp ardından tekrar kendi rengine dönüyor, nesnelere yapışıp çeşitli yönlere doğru yavaş yavaş damlayarak süzülüyordu. Burada kesin olan bir şey var ise o da renklerin hiçbir zaman hareketsiz kalmadıklarıydı.

Kendisi oraya geldiğinden beri ne kadar zaman geçmişse, o da o kadar süre etrafını seyretmekle geçirmişti ve yok olmaya başladığı zaman da, onun da hareket etmesi, bu curcunaya katılması gerektiğini çok geç olduktan sonra anlayabilmişti. Sahip olduğu rengi yitirdi ve orada bulunan nesnelerin aslında ne olduklarını anlamıştı, kendi kendisine soracağı son soruyu da soramadan bir nesne olmuştu çoktan.

Ve orada bulunan bütün renkler, düşüncelerinden azad edilmiş, sadece yaptıkları şeylerle anlaşabilen renkler, tümü birleşerek sahip oldukları her farklılığı saydamlığa dönüştürüp, arkalarında bulunan dipsiz karanlığın renginde, yeni oluşmuş nesnenin etrafında belirsizce bir damla olup yıkadılar.

Ali Kartal