TÖREN

Çocuk durup dinledi. Ses yok. Arkasına döndü. Nereye kayboldu bu? “Hey!” Ateşi hızla yükseldi. Son zamanlarda her şey çok hızlı oluyor. Kollarını çaprazlayıp uzattı, dikenlerin arasında kendine geçebileceği kadar yer açarak biraz önce geldiği yoldan geri yürüdü. Şimdi yüzü yanıyordu. Kahretsin! Göğsü de boğazı gibi tıkandı. Nerde bu?!

Bitkilerin arasından açtığı yarıktan yüzünü ve başını korumaya çalışarak sıyrıldı, ayakta durabileceği dar bir açıklıkta durdu. Yok! “Hey!”

“Burdayım.”

Sesin geldiği yöne döndü. Sessiz ol. Kolunu döndürüp elini dışa büktü. Belindeki transformatörü çalıştırıp kolunu gerdi, düz tutarak kolluğun bağlantı yerindeki sonarı açtı. Şimdi boynundaki damarların attığını duyuyordu. Geberesice. Öfke matabolizmasını hızlandırıyordu. İşte bu harika. Doğal yükseltici. Ama çok geçmeden bitkin düşeceğinin farkındaydı. Sonarı her kullanışı ona en az bir saat kaybettirirdi. Kahretsin.

Avcunun hemen altındaki küçük göstergeye baktı. Burada daha önce sonarı hiç kullanmamıştı. Kaşif değildi. Gerekmedikçe kullanmazdı. Bu ne? Seri hareketlerle bitkileri yararak yürüdü. Öfkesi gitgide artıyordu ve bu iyiydi. Şimdilik.

Metal döküntü bir duvara çarpıp çınlayınca durdu. Yoklayarak duvarın yıkıldığı yeri buldu, burası dik bir merdiven gibiydi. Sonarı bir kez daha çalıştırmayı göze alamazdı. İşin bitti senin oğlum. Ne kadar kızgın olursa olsun... Kalan enerjisiyle yıkıntıya tırmanmaya başladı. Sırtında otuz kilo yükle kollarını yukarı kaldırıp kendini çekmen gerekiyorsa hafif metal bile yeterince ağırdır. Özellikle enerjini transformatöre emdirdikten sonra ve çıktığın yerde neyle karşılaşacağından emin olmadığında. İşte şimdi bitti.

Duvarın üzerinde dar bir platform sağlam kalmıştı. Sağlam? Binanın kalanı görünüşe bakılırsa kendine çarpan bir aracın üstüne yıkılmıştı, ne zaman olduğunu söylemek zordu. Platformun üzerinde oturan birinin bitkilerin üzerinden ancak burnundan yukarısı görülürdü. Normalde o birini görmek kolay olmazdı. Moron. Ama şimdi hafifçe sallanan koyu kahverengi dikenpüskülleri arasından yükselen sapsarı baş siyah saten üzerinde serilmiş yatan bembeyaz bir kıç kadar –dikkat- çekiciydi.

Çocuk dizlerinin üzerinde durup burnundan soluyarak kolluklarını gevşetti. Dikenler arasında yol açmak için kullandığı enli kör süngüleri yuvalarına itti. Kollukları kalçasının iki tarafına yerleştirip elinin tersiyle alnını ovuşturdu. Kan. Tırmanırken koruyamadığı başı çizik içinde kalmıştı. Çabuk kurur. Elini pantolonuna sildi. Eh, çıplak deriden de sarı saçtan da daha az parlar. Tek kelime etmeden atılıp sarışın, çelimsiz çocuğu boynundan yakaladı. “Şimdi kımıldarsan, ya da gıkını çıkarırsan saçını değil gırtlağını keserim. Anladın mı götkafa?” Belinin arkasından çektiği keskin yassı çelik çubukla kabarık sarı saçları temizledi. Çabuk. Uzun zamandır böyle olduğunu hatırlamıyordu. Bu sinirle sonarı on saniye çalıştırabilirdi. On saniye! İşi bitince kurbanının boynundaki kolunu gevşetti.

“Arkamdan ayrılmayacaksın demiştim,” kulağa asılıp sertçe büktü, “ama küçük sıçanın kulaklarından beynine giden barsaklar tıkanmış,” çubuğun ucunu kulağa yaklaştırdı, “bir daha bir şey söylemeden önce yolu açacağım.”

“Reks.”

“Ne?”

“Adım Reks, götkafa ya da küçük sıçan değil. Neden hiç adımı söylemiyorsun? Her seferinde bir ad bulma zahmetinden kurtulursun.”

Çocuk omuz silkti. “Adlardan hoşlanmam. Üstelik seninki berbat. Kim koydu?”

“Abla.”

“Hangisi?”

Reks dudak büktü. “Hiç peşinden ayrılmıyormuşum ve...” Çocuğun kendisine bakmasını bekledi. “Çok kötü göründüğünün farkında mısın? Abla seni bu halde görse bağırırdı.”

“Ve?”

“Ha... Ve ulurmuşum. Geceleri. Küçükken yani. Öyle dedi.”

Çocuğun yüzündeki küçümseme dolu gülüş dondu. Ateş.

“Paket nerde?”

“Çok ağırdı... Ben de...”

Çocuk iki parmağıyla Reks’in omzunu yakalayıp diğer eliyle bir tokat indirdi. On sekiz saniye. “Nerde?!” Maksimum.

“A-aşağıda...”

Çocuk duvarın üzerinden atladı. Reks tutuna tutuna aşağı inip yanına geldiğinde çocuk paketin başına çökmüştü. “Sana sırtından çıkarmayacaksın dedim! Kaburgaların birbirine geçse bile...” Yavaşça başını kaldırıp dişlerinin arasından güçlükle “Senin yüzünden...” dedi, “sonarı çalıştırdım...” Kesildi. “İki defa...” On dakika konuşmadan, kıpırdamadan durdular. Reks “Yerini biliyordum...” diye başladı. Çocuk doğrulup uzandı, tokat Reksin yüzünü yalayıp geçti. İki saat... “Aptal.” Kaybettik...

Paketlerin kayışlarını sıkılaştırdılar. Çocuk kollukları takıp kapadı. Kollarını sallayıp süngüleri ortaya çıkardı. Alçalmaya başlayan güneşe ve bileğindeki göstergeye bakıp gidecekleri yönü gösterdi.

“Bir adım,” dedi, “bir tek adım geride kalırsan seni doğrarım. ”

“Bir daha olmaz.”

“Bir daha diye bir şey yok.” Yol açıp yürümeye başladı.

“Ne demek istedin?”

“Ne dedimse onu. Artık yoksun.”

“Ama neden? Ben...”

“Sen artık benimle değilsin. Oraya varır varmaz barakana dönüyorsun.”

“Ama...”

“Kapa çeneni.”

Bir süre yürüdüler. Reks zayıf bir sesle “Bıraktığım yeri biliyordum,” dedi, “Paketi...”

“Burada hiç bir şeyi bilmiyorsun. Zayıfsın. Bütün barakalılar zayıf.”

Arkasına dönüp durdu, Reks’in yüzüne baktı. “Başaramadın.” Reks ağlamaya başladı. “Yapabilirim. Bu daha ilk sefer. Hem daha bitmedi,” Çocuk çaprazladığı süngülerle Reks’in boğazını kıstırdı. “Gece ilerleyemeyiz. Çok zaman kaybettik, daha da kaybedeceğiz. Koşamıyorsun. Paket bile taşıyamıyorsun. Vaktinde varamayacağız. Bunu o küt kafan alıyor mu? Sen bittin. Anladın mı? ” Süngüleri çekip kendi kafasına vurdu. Ben de bittim.

Reks sustu. Ağlayınca beyaz suratı pis bir tabağa benzemişti. Açık ağzından, “Yetişebiliriz,” sözleri döküldü. “Şeye binebiliriz.”

“Neye?”

“Ne olduğunu bilmiyorum.” Eliyle yukarıyı gösterdi. “Yukardan bakınca gördüm. O parlak yol, yürüyen yollar. Onlar çok hızlı.”

“Çöp bandı mı? Olmaz. O insan taşımaz.”

“Üzerinde bir sürü insan vardı ama.” Aslında bütün vadi boyunca bant üzerinde ilerleyen ancak yirmi kişi vardı ama o zaten hayatında bundan fazla insanı birarada görmemişti. Çocuk hasta bir sesle güldü “Onların kaybedecek hiç bir şeyleri yok, anladın mı? Bizimse altmış kilo granımız var. Sence neden sürüne sürüne bu yoldan gidiyoruz, seni gidi kurnaz piç! Dur hatırlatayım: Saklanıyoruz. Peki neden saklanıyoruz? Çünkü görüldüğümüz anda gebeririz, bu gran da...” süngünün ucuyla havada bir helezon çizerek gökyüzüne doğru ıslık çaldı, “...uçar. Barakadakiler de teker teker gider. Son. Şimdi planını tekrar gözden geçirelim...”

“Tamam... Özür dilerim.”

“Yoo, her şeyi düşünelim. Ben nasıl da düşünemedim? Aptalım ben.” Kafasına vurdu. “Tabii ya... Banda atladığımız gibi ver elini düzlük. Oradan da bir kızağa atlar barakanın çatısına konarız. Sonra da halkına neşe ve gran dağıtırız. Herkes mutlu olur.” Geri zekalı.

“Tamam dedim ya...”

Çocuk başını kaldırmış başının üstünde yükselen dikenlerin arasında kaynayan loş maviliği seyrediyordu. Reks’in ağlamasının bitmesini bekliyordu. Sonra yola koyulacaklardı ama bir anlamı yoktu artık. Oraya vardıklarında Abla gitmiş olacaktı. Durgun bir sesle “Abla,” dedi, “Ne oldu ona?”

“Hangisi?”

“Adını koyan Abla.”

“Bilmem. Hatırlamıyorum. Bunları hatırlamayız.”

“Sen ne yapacaksın?”

“Ben...” umutla sustu, cevap gelmeyince sönük bir sesle devam etti, “Bakıcı olacağım.”

Çocuk dönüp ona bakmadı. Taş gibiydi. O gittikten sonra buna devam etmek için nedeni kalmayacaktı. Bir baraka dolusu sıska çocuğun ne bakıcılığını ne yetiştiriciliğini yapacak değildi. O yokken... Bunu neden yapsındı ki? Reks için mi? Bilemiyordu. Kendisi olmadan üç gün bile yaşayamazdı. Kurmaya çalıştığı ilk bağlantıda inek gibi boğazlanacaktı. Peki o? O şimdi ne yapıyordu? Yarın sabah gitmiş olacaktı. Gidecek miydi gelip alacaklar mıydı? Nereye giderdi, kimle anlaşırdı, hiç bir fikri yoktu. Genç kızlar kaç gran ediyordu, peki o çocuk fiyatından mı giderdi kadın mı acaba? Fuhuş mu daha pahalıydı et mi? Kalorisi çok daha düşük olduğu halde hala insan etini grana tercih eden birileri vardı. Ya da şehirde şansını mı denerdi? Hiç şansı yoktu ki... Barakadan ayrılma vakti geldiğinde ne yapacağını niye sormamıştı ki ona? Hiç bir şey sormamıştı ki bunu sorsun. Kahretsin. Her şey için çok geçti. Çok geç. Reks’ten nefret etti, o iki saati kaybetmelerinin bütün suçu ondaydı. Geberse umurunda değildi. Peki neden kendisi bu kadar geç kalmıştı? Neden son güne kadar beklemişti? Neden daha önce karar verememişti? Neden!!! Kendi de geberseydi keşke.

“Dön.”

“Ne?”

“Dön dedim. Şu banda bir daha bakalım.”

Sırtlarında gran paketleriyle duvarın üstüne oturdular.

“Çöp bandı ne demek?” Bu barakalılar hiç bir şeyden anlamazdı.

“Fraktal bant. Eskiden üslere çöp taşımak için yapılmış.”

“Üs nedir?”

“Çöp gönderme merkezi. Eskiden çöpler uzaya gönderiliyordu.” Çok eskiden. “Ama artık üsler çalışmıyor.”

“Neden?”

“Uzun hikaye. Bant artık kullanılmıyor.”

“Neden çalışıyor o zaman?”

“Kendiliğinden çalışıyor. Bant güneş ışığını emip depoluyor. Fraktal parçalar radyasyon yüzünden sürekli titreşiyor, titreşim de bantı hareket ettiriyor. Tekyönlü yüzeysel hareket. Bant asla durmaz.”

“O insanlar nereye gidiyorlar?”

“Hiçbir yere.”

“Peki neden banda binmişler?”

Çocuk gözlerini kısıp bandın üzerindeki karaltılara baktı.

“Onların korkacak bir şeyleri yok. Kimse onlara dokunmaz. Hiç kimsenin hiçbir işine yaramazlar. Onlar yolcu.”

“Yolcu nedir?”

“Kimyasal ayrıştırıcı almışlar. Gran bulamayanlar bazen bunu yapar, az da olsa kolay yaşayıp kolay ölmek için. Hücreleri yavaş yavaş parçalanıyor, kendi hücrelerinin parçalanma enerjisiyle bir ay kadar besinsiz yaşayabiliyorlar, bu arada gran bulabilirlerse belki biraz daha uzun. Bu arada korkmalarına gerek yok. Dedim ya, kimse onlara dokunmaz, piyasada beş para etmezler.”

“Banta gidelim, bizi de yolcu zannederler.”

Çocuk güldü.

“İmkansız, parçalanma kıkırdak dokularda başlıyor. Öncelikle burun ve kulaklarda. Bir yolcuyu hemen tanırsın. Yüzlerini saklamazlar.” Duraksadı. “Neden bantta olduklarını anladın mı? Ayrıştırıcıyı alınca çoğu ilk iş kendini banda atar, henüz yürüyebilirken. Eh, son zamanlarını geçirmek için hiç fena bir yol değil. Belki de en iyisini yapıyorlardır.”

İkisi de bir süre sustu. Belki de aynı şeyi düşünüyorlardı.

“Peki şu nedir?”

“Ne?”

“Şu gelen şey...”

Çocuk dürbünü gözlerine yerleştirdi, transformatörü çalıştırdı. Bir saniye. Objektifler vücut enerjisinin küçük bir kısmıyla odaklandılar. Olamaz!

“Söylesene... Sen nereden buluyorsun?”

Çocuk ilgisiz bir sesle homurdandı.

“Granı diyorum. Nereden buluyorsun? Bu altmış kiloyu nasıl buldun?”

“Şşşt.” Nasıl olamaz! Olmuş işte!

Dürbünü sırtına atıp durdu. Gerçekmiş demek! Aceleyle kayışları çözmeye başladı. Hepsi gerçekmiş! Elini boynundan sokup sokup göğsüne bantlı enjeksiyon uçlarından birini söktü. Kol damarına bir miligran verdi. “Napıyorsun? Hani paket asla sırttan çıkmazdı? Hey, noldu?” Çocuk sırtındaki paket düşünce Reks’e döndü. “Burada bekle.”

“Ne? Beni bırakmayacaksın değil mi?”

Çocuk eğilip iki elle boğazına yapıştı.

“Burada bekle dedim. Biri gelirse, kaç. Bu kadar granı bulan hiç kimse yirmi kilo etin peşinden koşmaz. Anladın mı? Sonra başının çaresine bakarsın.”

“Beni bırakma!” diye hırıldadı Reks, gözleri büyümüştü.

“Geri geleceğim,” diye bağırdı çocuk duvardan atlarken, “Geldiğimde burada olursan seni alırım. Tamam mı?”

“Gelecek misin?”

“Geleceğim. Ama...”

“Ne?!!”

Çocuğun sesi uzaktan geldi, kim duyarsa duysun, “Ama benden önce başkaları gelebilir. Granı boşver, kalabalığa karış.”

“Kalabalık mı?” Sesi çığlıktı.

“Kalabalık!”

Çocuğun sesi kayboldu.

Güm! Güm! Güm! Çabuk... Kapı aralandı, yedi yaşlarında uzun, kızıl saçlı bir çocuk göründü. Kendisini kapının aralığına sıkıştırıp kırıtarak çocuğa gülümsedi.

“Ablayı çağır.”

“Hangisini?”

“Git çağır dedim.”

Kıkırdayarak içeri kaçtı. Ne kadar da umursamazdı. Umursamaz değil, sadece unutkan.

Çocuk sabırsızlıkla bekledi. Birazdan kapı tekrar aralandı, kızın yüzünü görünce rahatladı. Hala oradaydı. Derin bir soluk aldı. Gücünün son sınırında koşmuştu. Şimdi kendisini yıkılacak gibi hissediyordu. Dayan.

“Gelsene buraya.”

“Neden?”

“Konuşalım.”

Kızın yüzü şimdi ifadesizdi. Son gördüğünden beri eskimiş gibiydi. Uykusuz geceler geçirmiş olmalıydı. Barakada son gece...

“Ne hakkında?”

Bu kadar doğaldı demek her şey onun için.

“Ben, diyecektim ki, benimle gelmek ister misin?”

Kızın yüzünde en küçük bir değişiklik aradı, dudak ucunda bir kımıltı, gözlerinin kenarlarında tek bir çizgi. Ama yoktu. Bitmiş. O da bitmiş.

“Hayır.”

“Neden?”

“Bize borcun yok. Git.”

“Anlamıyorsun.”

Kız birden avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Sen anlamıyorsun. Ben, yapabilirim tamam mı? Gran bulabilirim. Bu ne ilk ne de son. Biz sizin gibi değiliz. Kardeşlerimizi bırakıp gidemeyiz. Sırası gelen herkesi buradan alıp götüremezsin değil mi? Defol git. Benim diğerlerinden bir farkım yok.”

Çocuk önüne bakıp durdu. O şey yükseliyordu, ateş değildi, başka bir şey. Ne olduğundan emin olmadığı şey. “Var,” dedi. “Benim için var.”

“Ya... Ne zamandan beri?”

Sesinde alay yoktu, merak vardı. İnsanın ancak kendi dışında şeylere duyduğu, ilgisiz, duygusuz bir merak... Çok kötü. Ona nasıl anlatacaktı, bütün söylediklerinden sonra; “Sana bakamam. Kimseye bakamam. Seni götüremem. Gittiğim yerde sana yer yok. Yanımda kimseye yer yok.” Defalarca söylemişti. Bir kez olsun üzgünüm dememişti. Çok üzgünüm. Bir kez olsun güzel bir şey söylememişti. Hayatımdaki en güzel şeysin. En çok da “Hayal kurmak yok,” demişti. Aslında tek güzel şeysin. Şimdi ona bir hayalden nasıl bahsedebilirdi.

“Bak,” dedi, “Her şey değişti.”

“Ne değişti?”

“Her şey. Her şey!”

“Benim için hiç bir şey değişmedi.”

“Senin için de değişti. İnan bana.”

Kız duraksadı.

“Nasıl?”

“Benimle gel,” diye yalvardı çocuk, “Sana göstereceğim.”

“Artık olmaz,” diye fısıldadı kız. “Anlaşma yaptım.”

“Ne anlaşması? Yani... hangisi için?”

“İkisi de.” Güldü, “Artık anlaşmalar hep böyle. Kıtlık yüzünden.”

Çocuğun içi ezildi. İkisi de demek. “Kaç kilo gran verecekler?

“On. Verdiler.”

Çocuk sustu. Yetişememişti demek.

“İptal et.”

“Edemem. Çocuklara beşer gran verdim bile. Bu onları dört ay idare eder.”

“Sonra?”

“Sonra... Bilmiyorum. Bu arada bir bakıcı bulurlar.”

“Hayır, bulamazlar. Ben sonra ne olacağını söyleyeyim. Sonra diğer abla, sonra da diğeri. Her seferinde miktar düşecek. Artık bakıcılar yok, o eskidendi. Artık insanlar barakaya bıraktıkları çocuklarını hemen unutuyorlar. Kimse barakalara dönmüyor, atık olduğunuzu düşünüyorlar. Senin geberip gitmen kimsenin işine yaramayacak.”

Kız ters ters bakıp omuzlarını silkti. Bunları bilmediğini mi sanıyordu.

“Tamam, anlaşmayı iptal et, onlara yüzde dörtyüz faizle geri ödeyeceğini söyle. Ben sana bulurum.” O altmış kiloyu neden daha önce getirmemişti sanki? O zaman bu olmayacaktı. Niye daha önce bulmadın o zaman dese ne diyebilirdi? Hiç.

“Anlaşmalar iptal edilmez.”

“Kaç o zaman. Seni bulamazlar. Ben seni saklarım.”

“Yine de gelip etlerini alırlar. Ben olmazsam diğeri.”

“Alsınlar. Nasıl olsa dört ay sonra alacaklar onu da.”

“Daha on beş yaşında.” Tıkanıp sustu. “Bir bakıcı bulurlar...” dedi, “Benden sonra...”

“Abla...” Ona çocukların seslendiği gibi seslendiğini ilk kez farketti. Neden önceden ona seslenirken söyleyebileceği bir ad bulmamıştı? Neden böyle olacağını hiç düşünmemişti? Düşünmek istememişti. İşte şimdi düşünecek vakit kalmamıştı. İçi sızladı.

“Git burdan.”

Kapı kapandı.

Güm! Güm! Güm!

“Ne istiyorsun?”

“Ablayı çağır.”

“Abla dedi ki...”

“Git çağır!”

Kızın ince yüzü kapıda belirdi. Gözleri bu bir saatte iki kat büyümüş gibiydi.

“Ne istiyorsun?”

“Benimle geleceksin.”

“Dedim ya...”

“Biliyorum. Ben düşündüm. Her şeyi düşündüm, tamam mı? Hepiniz benimle geleceksiniz. Bu baraka kapanıyor.”

Kız dondu. “Sen çıldırdın mı?”

“Hayır. Her şeyi düşündüm. Her şeyi...”

Çocuk arkasına döndü, sürüyü bellerinden birbirine bağlayan esnek şeridin kendi beline doladığı ucuna asılıp çekti. “Hızlı!”

“Bundan hızlı yürüyemiyorlar. Hiç yürümediler...”

Kız nefes nefeseydi. Bir saat önce çocuklara üçer gran daha vermişlerdi, ve şimdi taşikardi hepsinin nefesini kesiyordu. Granı sindirim yoluyla almak hem gran kaybıydı hem de zamanlamada çok sorun çıkarırdı, ama çocuğun mili enjeksiyon kapsülleri hepsine yetmezdi hem de riskliydi. Yakasını çekip göğsüne baktı. Topu topu altı tane kalmıştı. Gerçi bu gün bir miligran daha alamazdı, transformatörün üstündeki göstergeye baktı, kanı defekte olursa hiçbirinin şansı kalmazdı. Dört saniye... Yarına kadar sonarı ya da zipi kullanmasını gerektirecek bir durumla karşılaşırlarsa işleri biterdi. Maksimum beş.

Durdu. “Biraz dinlenelim.” Adamların granlarını barakada bırakmışlardı. Hemen hemen hepsini. Belki peşlerinden gelmezlerdi. Başka zaman olsa böyle bir umut olmazdı ama belki bu gün...

“Nereye gidiyoruz?”

“Üsse.”

Kız bir açıklama beklemeden yanında oturdu. İstemiyor, çünkü istediği hiçbir şey olmadı. Ne düşündüğü belli olmuyordu. Düşünmüyor. Sadece yürüyorlardı, üs denen yere gidiyorlardı, orada... bunu orada görecekti. Çünkü ben her şeyi düşündüm.

“Eskiden,” dedi, “Atıklar uzaya gönderiliyordu, organik çöpler. Ölüler. Setler inşa edildikten sonra dönencelerin arasında kalan her yere çöp bandı döşendi. Bantlar üslere gidiyor. Orada biriken çöpler de uzaya göneriliyordu. Sonra bir grup çıktı. Sonradan konan adıyla ‘İnsanlık Düşmanları’. Gizli bir örgüt. Çöplerin uzaya gönderilmesine karşıydılar, buna konformizm diyorlardı. Uzaya gönderilen her molekülün dünyadaki doğal çevrimi zedelediğini öne sürdüler. İnsanlar yaptıklarıyla yaşamayı öğrenmeliydi. Uzay üslerini sabote etmeye başladılar. Çok fazla yandaşları vardı. Çöp projesi durdu. O zaman bilimsel projeleri yöneten bir azınlık olduğu ortaya çıktı. Ve bu azınlık çok güçlüydü. İnsanlık düşmanlarının kökü kuruyana kadar tüm projelerin durdurulduğu ilan edildi. Bu büyük bir şaşkınlık yarattı, her türlü yargı ve yönetim mekanizmasının öldüğü sanılıyordu ama öyle değildi işte. İşleri yöneten birileri vardı. Yeni Dünya Projesi ilk kez o zaman açıklandı. Uzaya gönderilen çöpler hammadde olarak kullanılıyordu, yukarıda diamondoid bir şehir kuruluyordu. Dünyaya indirildiğinde insanca bir yaşam başlayabilecekti. İnsanlık Düşmanları adı oradan geliyor. Başlarındaki kişi ele geçene kadar proje kapatıldı. Ama o insanlık düşmanı yüz yirmi yıldır bulunamadı. Yeni Dünya Şehri’nin inşası bu zaman boyunca durdu. Uzaya hiç çöp gönderilmedi.”

Kız başını salladı. Ama gözleri boştu.

“Bu gün,” dedi çocuk, “Proje uyanacak.”

Söylediklerinin kız üzerindeki etkisini görmeye çalıştı. Kız tepki göstermedi.

“Bu gün üsten uzaya bir araç gönderilecek. Şehrin inşası devam edecek. Birçok insan, yıllardır bunu bekliyordu. Ama artık bilenlerin sayısı çok azaldı. Yine de... Her şey değişti. Bu günden sonra her şey değişecektir.”

“Bir proje...” inançsız bakışlarını çocuğa çevirdi, “bütün bunları değiştirebilir mi?”

“Umut değiştirebilir! Yeni bir hayat vaadi. Bizden sonrakiler için. Belki bizim için de.. Artık çocukların bir anlamı var. Yaşayabilecekleri bir hayatları olacak. O zaman geldiğinde dünyada insanlar olmalı. Yeni Dünya’da yaşayacak çocuklar olmalı. Bu her şeyi değiştirir. Anlıyor musun?”

Kız başını salladı, gözleri biraz canlandı. Kafası karışmıştı.

“Herkes farklı düşünmeye başlayacak. Beklemeye değer diyecekler, böyle bir umutla yüz yıl daha dayanabilirler. Korunmaya değer bir şeyler olduğunu düşünecekler. Artık korunmaya değer şeyler var.”

“Ne gibi?”

“Hayat gibi. Hep birlikte hayatta kalmak gibi.”

İçinde coşku hissediyordu. Hiç bu kadar güçlü hissetmediği bir şeydi bu. Bunun da bir tür yükseltici olduğunu farketti. On saniye. Hey, hiç fena değil.

Başı dönüyordu. Yerinden fırladı. Tekrar oturdu. Etrafına bakındı. Uzanıp kızın belindeki şeridi çekiştirdi. “Nasıl gidiyor?”

Dikenlerin arasından, uzaktan bir kıkırdama duydu.

“Bir dakika,” diye seslendi. “Bir dakika sonra hop diye bağırdığımda herkes yürümeye hazır olacak.”

Kız şaşkınlık dolu gözlerle ona bakıyordu. Söylediklerini tartmaya başlamış olmalıydı.

“Ne olacak şimdi?”

“Bilmiyorum. Varınca göreceğiz. Yanılmıyorsam...”

“Eee..”

Çocuk huzursuzca kımıldandı.

“Eğer işler yolunda giderse... Bundan sonra demek istiyorum...”

“Eee...”

“Artık birine bakabilirim.”

Çocuk şeridi yoklayarak elini uzattı. Kızın elini yakalayıp onu çekti. Şerit bu koşullar altında ne kadar dayanabilirdi bilmiyordu.

“Ne kadar çoklar...” Kızın gözleri büyümüştü. Arkalarında biriken insanları itip yol açarak ve ayakta durmaya çalışarak gerilediler. Kalabalık arttıkça çemberin dışında kalmak zorlaşıyordu.

Çocuk güldü.

“Yolcular,” dedi, “bunu hesaplamamışlardı. Sandıklarından çok daha uzun bir yolculuk yapacaklar.”

“Ne?”

“Yok bir şey. Bak.”

Üsse baktılar. Korkunç gürültü koptuğunda herkes olduğu yerde dondu. Araç dev bir alev topu şeklinde kopup yükseldi. Gökyüzünde kaybolana kadar insanların açık ağızlarına sağır edici gümbürtü doldu. Ses azalmaya başladığı anda, insan sesleri yükseldi. Dev bir uğultuydu. Araç tümüyle gözden kaybolduktan bir süre sonra itiş kakış başladı.

“Koşun,” diye bağırdı çocuk. “Şimdi hayatta kalırsak sonsuza dek yaşarız.”


Gözde Genç. 2003