MATRIX HER YERDEDİR

Soluduğunun Hava Olduğunu Mu Sanıyorsun?

Oğuzhan Ersümer

“Şimdi, bu işletim programlarıyla başlamam gerekiyor ama, onlar en büyük saçmalıktır. İstersen daha eğlenceli bir şeyler yapalım. Örneğin dövüş eğitimi.“ The Matrix (1999)‘in tekrar tekrar izlenme ortalaması, birler basamağını çoktan aştı ve şu sıralar onlu sayılarla flört ediyor. Artık elimizdekine bir de ‘yeniden kaydedilen’i (The Matrix Reloaded) ve Kasım 2003’te, ‘tamamen değiştirilecek olan’ı (The Matrix Revolutions) ekleniyor. ‘Animatrix’ler, ‘Enter the Matrix’ler, ‘Neuromancer-Matrix Avcısı’ falan derken, bu popüler kültür dalgasına, bir zamanlar açık hava sinemalarında seyrettiğimiz Kung fu filmlerindeki teknikleri öğreten yeni kurslar eklenir de, trend olursa şaşmamalı. The Matrix’in bilgisayar operatörü Tank’in, esas karakter Neo’ya bilgi yüklemek üzereyken söylediği yukarıdaki sözlerinde açığa çıkan anlayış, filmin yaydığı bu enerjinin kaynağının ne olduğunu gösteren işaretlerden biri sayılabilir. Çünkü Wachowski kardeşler, filmin ağır çeken felsefesini, eğlenceli bir şeyin üstüne bindirip salon salon, ev ev dolaştırdılar: Popüler sinema ve aksiyonun üzerine. Film yolunu hız, şiddet, kovalamaca ve efektle bulmuştu ama, aynı zamanda, geçtiği yerlerin defalarca ziyaret edilmesini sağladı. Belki de, ‘yolu bilmek ile onu yürümek arasındaki fark’ı en iyi onlar biliyordu. Onlar öyle bir film-metin hazırlamışlardı ki; isteyen, yüzey görünümlerin çoşkusuna kendini kaptırıp filmin ardı sıra bıraktığı şifreleri düşünmekten azat bir şekilde ‘cehaletin mutluluğu’nu yaşıyor, isteyen, kulaklarına şöyle bir fısıldanan hakikatin neye benzediğini öğrenebilmek için, verilen referansları takip ederek tarih ve kültür dehlizinde gizlenmiş ‘tavşan deliklerinin, nereye kadar gittiğini’ araştırıyordu. Ve anlaşılan, filmi bu derece fenomen haline getiren şey de büyük olasılıkla, popülerle entelektüel olanın aralarında oluşturdukları sinerjiydi.

The Matrix’in içerdiği geniş tür yelpazesinde yapay zeka, sanal gerçeklik, insan-makine mücadelesi, karamsar gelecek vb. boyutlarıyla Bilimkurgu sineması bir çatı işlevi görüyor. Bu bilimkurgu evreninde, Philip K. Dick’in ‘gerçek nedir?’ diye soran halüsinasyonlarından epey feyz almış olan, anarşist tavırlı ‘hacker’larıyla siberpunklar öne çıkıyor. Tabii Blade Runner, Dark City ve Terminator gibi, bilimkurgu sinemasının temel taşlarının mirası sonuna kadar kullanılıyor. Görsel tasarım düzeyinde ise, bilgisayar ve video oyunlarıyla olan akrabalıklar bir yana, Wachowski kardeşler’in çizgi roman çizerliğinden gelmelerinden dolayı, manga ve anime estetiğinin The Matrix’te önemli bir yer edindiğini görüyoruz. Ayrıca, bilindiği gibi bu tasarımlarda, Ghost in the Shell adlı animenin sahip olduğu payın The Matrix seyircisi üzerindeki psikolojik etkisi, neredeyse onun fenomenliğini tehdit eder düzeye ulaşabiliyor. Sözü edilen türler yelpazesinin ana renklerinden bir diğeri, Hong Kong işi şiddet ve aksiyon sineması. Bu noktada durup önemli bir isimden bahsetmeli. Ateşlenmiş mermilerin çıplak gözle görülebildiği, The Matrix’te efsaneleşen ‘bullet time’ çekimlerinin bir kuşak önceki atası, film karakterlerine çizgi filmlerden adlar seçecek kadar grafik anlatıma hayran bir yönetmen, John Woo. Mermi zamanlı görüntü -veya sanal sinematografi- gibi parlak ifadeli şeylerin, The Matrix’e gökten zembille inmediğini bilmek gerekiyor. Wachowskiler, ‘yeniden ziyaret edilmiş Matrix’te (The Matrix Revisited) Woo’nun ismini telaffuz etmişler. Ancak onun izini biraz daha gerilerde de bulabiliyoruz. Kardeş yönetmenlerin senaryosunu yazdıkları, zamanında “varoluşçu bir aksiyon” olarak da nitelendirilen ve ‘bir numara’ olmak için mücadele veren kiralık katillerine rağmen, nedendir yeterince ilgi görmemiş Suikast Çemberi (Assasins/Richard Donner, 1995) adlı filmde, Woo damgalı bir çok atraksiyon görmek mümkündü. Herhangi bir Woo meraklısı, onun çekim ve kurgu tekniklerine bir şekilde aşinadır. Bu meraklılar Woo filmlerinde, onun yavaş çekimlerini, donuk karelerini, nesnesi etrafında hızla dönen bir kameranın çektiği görüntüyü, o kameradan farklı bir yönde hareket eden bir başka kameranın görüntüsüne bağlayan veya tek bir hareketi sayısız parçaya bölen tarzını farkedebilir, zamanı çizgi roman karelerindeki gibi an an donduran bu parçaları elde edebilmek için, onlarca kamerayı aynı anda kullandığını öğrenebilir. Buradan, sinemada bugüne kadar hareket ve zamanı kontrol etmek için kullanılan tekniklerin yaratmış olduğu birikimin kimsenin tekelinde olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. (Sanal sinematografi de bundan farklı bir şey değil. Özel efektler de kendinden öncekinin üzerinde yükselir. Tüm icatlar bir öncekinden sonra gelir.) The Matrix’in tür yelpazesine geri döndüğümüzde bu sefer kapladığı geniş alan itibariyle karşımıza Uzakdoğu dövüş filmleri çıkıyor. Wachowskiler’in, filmin içine stilize dövüş sahnelerini tasarlayan bir kareografı, bir Kung fu filmleri yönetmenini (Yuen Woo Ping) sığdırmış olması bile, dövüş sanatlarının filmdeki yeri hakkında yeterince bir fikir veriyor. Film ayrıca, sibermesih öngörüsünün yanında, sayısız din ve inanç sistemi referansıyla Dinsel filmlere, Neo, Cypher ve Trinity karakterlerinin ‘aşk üçlemesi’ ve buna ‘Uyayan Güzel’i uyandıran öpücüğü de katmasıyla Aşk filmlerine, uçuşan gazeteler arasında çekilen silahlarıyla Western filmlerine dönüşebiliyor. Kısacası The Matrix türsel düzeyde, tıpkı ‘Ajan Smith’ gibi, boş bulduğu her kimliğe girebilen bir özelliğe sahip.

En az The Matrix kadar seyredilmeye doyulmayan filmler arasındaki Casablanca, belki bir rastlantılar silsilesiyle doğmuştu, bu yüzden Ucuz Roman’ın yapısı The Matrix’e daha çok benziyor. Casablanca, sayısız tür ve klişeyi içinde barındırıyordu. Ucuz Roman ise ek olarak, zekice göndermelerle dolu bir alt-metin oluşturmuştu. The Matrix, tüm bunlara bir de teknolojik yenilikleri ekleyip çok daha popüler bir anlatı yakaladı. Fakat filmin, kendini bu anlatıya kaptırıp, hiç de ‘uyanmak’ niyetinde olmayan seyircisinden tepki gören, Aşil’in topuğu misali ilginç, zayıf bir noktası var. Finaldeki öpücük sahnesi. Birçok seyirci, en çok da bu sahnede bir filmde olduğuna uyanıyor ve uyandırılmaya isyan ediyor. Bir entelektüelin sözünü hatırlayalım: “Bir ya da iki klişe bizi güldürür ama yüzlercesi bir arada olursa gerçekten etkileniriz.” The Matrix’te yüzlercesi var ve birine gülünüyor. Seyirci o öpücüğün kutsal bir öpücük olduğuna inanmak istemiyor. Ki zaten,“soluduklarının hava olduğunu mu sanıyorlar?” Değil.

Hitchcock, sinemaya aktardığı hikayelerini, yaşamın içinden alınmış bir pasta dilimine benzetirdi. The Matrix, herhalde dev bir eğlence merkezine benziyor. Belki Disneyland’a. Birçoklarının ilk kez The Matrix’in baş kahramanı Anderson/Neo’nun elinde gördüğü ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ kitabının yazarı Jean Baudrillard’ın, Amerika’nın onun dışında değil de, içinde olduğunu söylediği Disneyland. Nasıl yani? Yazara göre içinde her şeyin bir benzerinin yaratıldığı Disneyland, hakikat diye bir şeyin olmadığını gizleyen bir mekandır. Hakikatin çoktan ortadan kalktığı bir coğrafyada, hakiki olmayan şeylerle dolu olduğu vurgulanan bir eğlence merkezi, sanki dışarıda bir hakikat varmışçasına bir izlenim yaratmaktadır. The Matrix de, Disneyland gibi her türlü eğlence ve numarayı içinde barındırıyor (Yalnız filmde biraz cinsellik eksikti, şimdi Monica Belluci de karşımızda. Tabii The Matrix’in buna da bir cevabı var:“İçgüdülerimizi reddetmek, bizi insan yapan özümüzü reddetmektir”). Bu dev yapı, birçok kereler ifade edildiği gibi, içinde dolaştıkça algı fizyolojisi ve psikolojisinden bilgi teorisine, Hıristiyanlık tarihinden özgürleşim tarihine, Varoluşçuluktan Uzak Doğu din ve felsefelerine, mitolojiden edebiyata... her yere yayılan, saçaklı kocaman bir metne dönüşüyor. Bu yüzden, metinlerarası gezintiyi seven bu ‘postmodern durum’lar çağında, böyle bir film-metin ayrıca bir değer kazandı.

eklektisizm Seçmecilik olarak da bilinir, felsefede ve ilahiyatta farklı düşünce sistemlerinden seçilen öğretilerin ayrı bir sistem içinde birleştirilmesi. Öğretilerin alındığı sistemin bütününü benimsemediği gibi, aralarındaki çelişkileri çözümleme amacını da gütmez. Dolayısıyla düşünce sistemlerini birleştirme ya da uzlaştırma yöntemi olan sinkretizmden farklıdır. Soyut düşünce düzeyinde her sistemin öğretileriyle ayrılmaz bir bütün oluşturduğu kabul edilirse, eklektisizm, farklı sistemlerden keyfi olarak seçilen öğretilerin bir araya getirilmesinden doğacak tutarsızlıklar yüzünden eleştirilebilir. Ama uygulamada eklektik bakış açısı birçok bakımdan yararlı olabilir (AnaBritannica).

The Matrix’de aynen öyle olmuştu. Birçok bakımdan yararlı... Filmin, insanlığın düşünsel ve kültürel tüm birikimini bir karadelik gibi içine doğru çeken metninin her referansı, sonsuz bir döngü içinde kendini bir başka referansa gönderiyor, bu da, varolanı kendine rağmen kendinden daha fazla bir şey haline getiriyordu. Suikast Çemberi’nin bir sahnesinde, ‘bir numara’ Robert Rath, kısa bir zaman sonra büyük bir para transferi gerçekleştirecektir. Rath ve bilgisayar aleminde ondan iyisinin olmadığını söyleyen Trinity öncülü ‘hacker’ Electra, transferin yapılacağı bankanın net bir şekilde görüldüğü eski bir otel odasının penceresinin önünde konuşmaktadır. Rath, ‘kötü katil’ Miguel Bain’in transfer sırasında, o an konuştukları pencere önünde olacağını ve kendisini öldürmek için uygun zamanı beklerken ne tür davranışlar göstereceğini bir bir anlattığı sırada, Electra sorar: “Niye bu kadar eminsin?” Rath cevap verir: “O tarihi seviyor. 15 yıl önce, bu odada, aynı pencerede...Ben burdaydım.” Tarihi Wachowskiler de seviyor olmalı. Bir numara olabilmek için geçmiş deneyimleri hiç unutmamışlar. Bu yüzden The Matrix buzdağının altında devasa bir bellek yatıyor. Bu bellek, yukarıda sözü edilen birikimin kimi öğelerini parçalara ayırıp, üstün bir kolajla yeniden bir araya getiriyor. Üstün, ancak filmin felsefi oluşuna atfedilen değer konusunda örneğin, bazı sorunları da var. Felsefi olmak bir değer olabilir, ama maddi bir değer olduğunda, bu durumu oluşturan dinamiklerin sıhhatine dair bir ‘şüphe’ duyuyor insan. Ülkemizde, birçok evin rafında tozlanmakta olan, bir hayli basitleştirilmiş bir felsefe kitabı ‘Sofi’nin Dünyası’ bile, okunmayı bekliyor. Oysa, hakikatin çölünde yanmak için, asıl kaynakları okumak ve ‘kaşığı değil, kendini eğmek’ gerekiyor. Bir de şu var ki, çoğu zaman, ‘gerçek hayat’ta bunları okumak hiç para etmiyor. Bu yüzden büyük ölçüde, The Matrix üzerinde felsefe şık, ‘cool’ bir kıyafet gibi duruyor.

“Sen bir liderden daha fazlasıydın. Sen bir babaydın.” Bu söz filmde ‘Morpheus’ için kullanılıyor, ancak The Matrix’in de öyle olduğu söylenebilir. ‘Baba’ gibi. Üstelik seyircinin, filmde Anderson/Neo’un şirket patronunun kendisine ifade etmiş olduğunun aksine, otoriteyle ilgili bir sorunu da yoksa, The Matrix’in iktidarı büsbütün artıyor. Film, anlatımını her ne kadar ‘sadece kapıları göstermek’ üzerine kuruyor görünse de, Wachowskiler, seyirciyi sonuçta sadece kendi algılarının kapılarından geçirmeyi hedeflemişler. Bunun için, hipnotik bir estetik kullanıyorlar. Lars Von Trier’in Avrupa’sı akla geliyor. Bu film başlar başlamaz bir hipnoz seansının içine düşülür. Bir dış ses, birden başlayarak sayarken, çeşitli telkinlerle seyirciden koltuklarına yayılmalarını, zihinlerini boşaltıp rahatlamalarını ister. On sayısına ulaşıldığında Avrupa’da olunacaktır ve bu sayının telaffuz edilişiyle beraber filmin baş karakteri görüntüye girer. Seyirci ile oyuncunun eş zamanlı olarak Avrupa’ya varışı vb. bağların film boyunca kurulmaya devam etmesi, bu iki unsur arasında sıkı bir özdeşleşme yaratır. Bu yolla, film boyunca dış ses olarak oyuncuya verilen, ‘bu gece uyuyamayacaksın ve kompartımanların hiç görmediğin noktalarını keşfedeceksin’ benzeri, öngörü ve komutlar doğrudan seyirciye de verilmiş olur. Hikayesini, böyle bir yöntemle anlatan bir filmin, seyircisini sürekli kontrol altında tutmaya çalıştığı, olayları kendi başlarına düşünmelerinden ve onlar hakkında çıkarımlar yapmaktan alıkoymaya niyetlendiği açıktır. Bu durumun olumsuzluklarını Avrupa’nın bağlamında değerlendirmek bizi başka bir platforma sürükler. Fakat, The Matrix’in dışından bir örnekle daha az koşullanmış bir bakış geliştirebilir ve onun hipnotikliği ile ilgili daha geniş bir açılım gerçekleştirebiliriz. The Matrix’in seyirciye sesleniş şekli ile Avrupa’nınki arasında büyük farklar yok. The Matrix, anlatım tekniği açısından onun geliştirilmiş bir versiyonu olarak görünüyor: “Bildiklerini unutman gerek Neo. Korku, şüphe ve inançsızlık...Aklını özgürleştir.” ”Beyaz tavşanı takip et.” Çünkü... “Ona kadar saydığımda, Avrupa’da olacaksın.” Filmde Matrix, yapay zekaya sahip makinelerin insanları kontrol etmek için kurdukları bir kölelik düzeni olarak resmediliyor. Oysa filmin görsel-işitsel yaklaşımının ve kendi içinde kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken haklı başarısının temelinde bizzat, seyirci üzerinde kurduğu aşırı kontrolün yattığını söyleyebiliriz. Sonuçta,“hayatımı kontrol edemediğim fikrinden hoşlanmıyorum” diyen kahramanının bu tedirgin duruşunu sonuna kadar destekleyen bir film olarak The Matrix’in seyirci üzerinde kurduğu hakimiyet, kendi savıyla çelişir bir biçimde, ‘senin için en iyisini ben bilirim’ diyen bir ‘baba’yı çağrıştırıyor.

“Sana burda olma sebebimi açıklayayım. Burdayım çünkü bir şey biliyorum. Bildiğim şeyi de açıklayamıyorum. Ama hissediyorum. Hayatım boyunca hissettim. Bu dünyada yanlış olan bir şeyler vardı. Ne olduğunu bilmiyordum ama ordaydı. Beynimin içinde dolaşıp beni deli ediyordu.” Film, “her şey seçimle başlar” ve her şeyden şüphe etmemiz gerekir diyordu. Peki şüphe, filmin kendisinden uzak tutulabilir mi? The Matrix’in rengi nedir? Kırmızı... Mavi... Aslına bakılırsa, The Matrix’i kaçıncı kez olduğunu saymanın anlamsızlaşacağı kadar çok izleyen o geniş cemaatin içindeyim. Ancak ne farkeder ki? Çoğul sayılar her zaman haklı değildir. Fakat seçtiklerimiz, hangi gerçeği yaşayacağımızı belirler. Neye inanırsak, o oluruz. Ve belki bu yüzden, “ideolojik gerçekten başka bir gerçek yoktur.” Matrix her yerdedir.

(The Matrix Reloaded ve The Matrix Revolutions filmlerinin Türkiye gösterimi öncesinde, Beyazperde.com’da yayımlanmıştır.)