The Matrix Revolutions

İnan Kurtulacaksın

Oğuzhan Ersümer

“Hiç kimse Matrix’in ne olduğunu söyleyemez.” Üçüncü ‘film parçası’nı da izledikten sonra, hala en derli toplusu olduğunu düşündüğüm ilk The Matrix’de dillendirilen bu ifadenin, daha sonra, kendi kendini gerçekleştiren bir tür kehanet sonucu sinir ağı, enformasyon ağı, ticaret ağı, örümcek ağı -her ne çeşitini seçerseniz seçin- gibi yayılan Matrix evreniyle de örtüştüğü söylenebilir. Bu evrenin bir noktasından bahsetmek, çoğu zaman, o evrenin herhangi bir noktasından bahsetmekten öteye gidemiyor. Filin tanımlanması hikayesinden farksız yani. Bu, her zaman illâ ki filin yüceliğinden kaynaklanmıyor, daha çok, doğası gereği bütüncül bir bakışa izin vermemesinden. Üstelik The Matrix, herhangi bir hakikate varmanın olanaksızlığı üzerine oluşturduğu savunma kurgusu aracılığıyla, ‘düşman’ cepheden gelen saldırıları geri püskürtmeyi başarırken, bir yandan da en hakiki özün kendi içinde olduğu illüzyonunu yaratıyor. Ve bu evren, ona inansanız da, inanmasanız da, ilginin her türü ile büyümeye ve genişlemeye devam ediyor.Bu rüzgar sürer.

The Matrix Revolutions’ın neresinden tutmalı? Matrix serisi, üçüncü filmle üçlenmiş, üçleme mi olmuştu? Yoksa, ikinci filmin kestiği yerden başlayan üçüncü film, üçlemenin ikinci filmi mi oluyordu? Son film, yani ‘toplanın, açıklıyorum matriksi’, ikinci film ‘yeniden dolduruş’tan pek de farklı olmayan bir şekilde, gelecekte yeniden açılmak üzere bir posta bırakmış. Star Wars’ın geçtiği yollardan geçeceğe benzer The Matrix, giderek yeni bir inanç birliği yaratırken, Star Wars’ın uzayda yayılarak gerçekleştirdiği deneyimlerini kullanıp, bu birlik anlayışını yeryüzünde; sanal alemde ve zihinlerin içinde yaşatmaya niyetli görünüyor. ‘What is the matrix?’ Matrix nedir? sorusunun bir gizem, bir sır, belki bir tarikat stratejisi gibi yayıldığı ilk günlerden bu yana, serinin mistik ve dinsel boyutu epeyce gündemde kaldı. Son filmin ulaştığı noktalara baktığımızda, bu boyutun, The Matrix’in efsane katındaki varoluşuna verdiği desteği arttırarak devam ettireceği açık.

Film gişelerinin Hollywood bankalarına açılan birçok “arka kapısı” var. Bu açıdan baktığımızda da, The Matrix’e bir son verileceğini düşünmek aşırı romantiklik oluyor. Onu dağıtım zincirlerinden kurtarıp özgürleştirmek, hikayelerini tadında bırakıp, kahramanlarına doğal bir ölüm yaşatmak bu açıdan zor. Bu noktada, yeniden ve yeniden diriltme yönteminin, dünya matriksinde oluşan hatalardan kaynaklandığı söylenebilir. Her başlangıcın bir sonu olmuyor.

The Matrix Revolutions genel olarak ‘üçleme’yi yerli yerine oturtmayı başarıyor. Sağından solundan nem kapmak için de gitmediyseniz, ‘gösteri’, paranızın karşılığını yeterince veriyor. En nihayetinde birçok anlamda dev bir prodüksiyon ve aşağı yukarı herkesi --bir son değil ama--seveceği bir replik veya ‘felsefe’ sahibi yapıyor. Bununla birlikte, ilk iki filmde büyük ölçüde doyduğumuz stilize dövüş sahneleri ve çatışmalar, iki farklı parende, tavanda yürüme benzeri birkaç ‘yeniliğe’ rağmen --her ne kadar bu sahnelerin takdir edilesi bir başarıyla gerçekleştirildiklerine inanıyor olsak da-- zaman zaman stilize bir sıkıcılığa dönüşebiliyorlar.

Niyetiniz ‘matrix felsefesi’ni perdede takip etmekse, bunu ciddiye alıyorsanız; ne neyin nedeni, ne neyin sonucu; yaşamayı seçtiğiniz için mi, içgüdünüz buna zorluyor diye mi hayattasınız? öğrenmek istiyorsanız; yani tüm bunları mutlaka filmden öğrenmek istiyorsanız, işiniz zor. Film, anlamanızı beklemiyor. Sözünü söylüyor geçiyor. Daha makinelerle savaş sahnesi var. Aynı durum, olayların geçtiği mekanların fazlasıyla sanal olmasından dolayı, ‘şimdi neredeyiz’ sorusu için de geçerli. Tıpkı rüyadan uyandığınızda gerçekten uyanıp uyanmadığınızı anlamak için belli bir zamana ihtiyacınız olması gibi, ‘hangi sanal katmandayım’ sorusunu cevaplamak; mekana ve onun işleyiş biçimlerine adapte olmak için bir zamana ihtiyaç oluyor. Ancak, sahneler sizi yine beklemiyor. Öyle hızlı ilerliyorlar ki, ruhunuz buna yetişemeyip geride kalıyor. İmajlar, simgeleri Ajan Smith ve Neo’yu ıslatan sağanak yağmur gibi kovalıyor. Bilgisayarların iç mekanizmalarıyla benzerlikler kurularak görselleştirilen imajların ardı ardına gelişleri, bunların da tonla referansla beraber dolaşması insanı çok katmanlı bir şekilde nefessiz bırakıyor. Bu sefer makinelerle gerçek dünya arasında duran bir mekan daha var. Ara bölge. O da sanal ve bu bölgenin hususiyetlerini bırakınız seyirci, Neo bile kavrayabilmiş değil. (Tabii orası için de…aslında orası şurası…Şu kitabı açarsanız, şu linki tıklarsanız, şu sinema adamını okursanız orasının neresi olduğunu, bunun daha başka ne hınzırlıklar içerdiğini anlayacaksınız, falan falan...) Yine karışık, yine yorucu, ama isteyeni oyalayacak kadar girift işte.

Kurtuluşun, kurtuluşa inanmakla sabitlendiği, tanrısallığın kendini nihayet mucizeleriyle gösterdiği The Matrix Revolutions, daha çok The Matrix Revelations (tanrısal gerçeğin gönüle dolması) olmuş. Makineler ve Zion’un ait olduğu ‘gerçek dünya’, ara bölge, Matrix, düşler, simülasyon programları derken ‘mucizeler katmanı’ hakikat çemberini daraltmış. Bu aşamada yeşil kodlarla ünlü estetik, önceliğini, kutsala gönderen bir sarıya devrediyor. Bu, Neo’nun yeni hakikat düzlemi. Hakikatin çölünü çevreleyen, onu kapsayan bir katman. Soğan zarı gibi dizilmiş gerçeklikler içinde gördüğümüz son zar. Daha bir hakiki. İlk filmden bu yana içten dışa doğru işlenen, ancak söze bir türlü nokta konulmadığı için verilmeyen renk, böylece daha net. İnan, kurtulacaksın.

İnteraktif sinema hesabı, üçlemenin son jeneriği akarken her seyirciye bir oy hakkı tanınıp, The Matrix’in devam filmlerinin çekilip çekilmemesini belirleyecek bir anket yapılabilseydi, büyük olasılık, çekilsin sonucu çıkardı. Bunun için seyirci tarafından binbir türlü gerekçe sıralanacağı şüphe götürmez. Ancak bunlardan bir tanesi mutlak surette içlerinde taşıdıkları ‘eksiklik duygusu’ olacaktır. The Matrix evreni kasten üretilmiş bir eksiklik duygusu barındırıyor. İnsanlığın özgürleşme umudunu, tamamlanma isteğiyle eş tutup bunları birbirinin yerine kullanıyor. İnan, özgürleşeceksin; seyret (tüket) tamamlanacaksın veya inan, tamamlanacaksın; seyret, özgürleşeceksin. The Matrix’in sonu yok.

Matrix serisinin Türkiye’de gerçekleştirdiği hayırlı işlerden biri, gerçek üzerinde yarattığı tartışma ve iyi kötü düşünce üretimi olmuştu. Çoğunlukla gürültülü idiler ama olsundu. Dinbilimcilerimiz içinde, ilk filmin dinsel bir felsefe yapmaya vesile oluşunu minnettarlıkla karşılayanlar dahi çıktı. Şimdi, The Matrix Revolutions da mürekkep lekesi testi misali, anlam üretme vesilesi olmaya devam ediyor. Sinemanın da ötesinde, hayata nasıl baktığınızı söylettiren bir test bu. Herkesin kendi rengini belirtebileceği bir fırsat. Böyle bir fırsat varken yapılabilecek en büyük hata, The Matrix’in içinde kutsal bir kitap gibi değişmez, yüce bir anlam gömülü olduğuna inanmak olur. Üstelik, her ticari-seri film interaktiftir zaten. Değişmez bir özü ve sözü yoktur. İzleyicinin bakışından bağımsız değildir. Kitlenin eğilimlerine göre biçim değiştirir. İzleyicinin yön verdiği hikayelerin ardındaki kapılar, olsa olsa, Simurg hikayesinde olduğu gibi, izleyicinin kendisine çıkar. Oysa, mutlak bir hakikat arayışı, pekâlâ da The Matrix’in dışından, doğrudan dünya matriksinin içinden yapılabilir. Orası, soğan zarının bir dış kabuğu. Daha hakiki. Tüm bu açıklamaların sonunda dönüp dolaşabileceğim yer şu olacak: Elbette, hiç kimse The Matrix’in ne olduğunu söyleyemez. Kendin bakmalısın. Ancak, ‘gerçek kendine baktırmaz’ diyorlar. Ben de bakamıyorum. Bakabilseydim peki, anlatmam mümkün olur muydu? Kendin bakmalısın.

(The Matrix Revolutions filminin Türkiye gösteriminin ardından, Beyazperde.com’da yayımlanmıştır.)