AYODYA

“Yolculuğumuzun sonuna yaklaşıyoruz sevgili yolcular. Son olarak birkaç hatırlatma yapmak istiyorum. Tüm kargomuz taşıma modülüne aktarıldıktan sonra, sizleri sırayla modüle yerleştireceğiz. Uzay gemimiz platformu terk ettikten sonra modül sizi Ay’a götürecek. Modüldeki yolculuğunuz yaklaşık dört saat sürecek. Orada karşılanacaksınız. Modülü boşaltmanız için yaklaşık bir saatiniz olacak. Acele etmenize hiç gerek yok. Sonra, sizi yeni bir hayat bekliyor. Ayodya’ya hoş geldiniz.”

Kaptan Kutake’nin yüzü kayboldu ve ekranda Ayodya belirdi. Yolcuların hepsi bu görüntüyü iyi tanıdıkları halde geminin salonundan bir uğultu yükseldi. Bu insanlar hayatlarının çoğu boyunca bu günü beklemişlerdi.

Teğmen Ayris aralarında dolaşıp notlar almaya, son enjeksiyonlarını yapmaya koyuldu. Bu Ay seferinde uzay gemisi Herod’un yüz on iki yolcusu vardı. Hepsi de çok heyecanlı, çok mutlu ve son derece sağlıklıydılar.

Kaptan’ın sesi bir an için tekrar duyuldu.

“Teğmen Ayris, işiniz bitince D kapısına gelir misiniz lütfen?” Teğmen başını salladı.

D kapısına doğru yürürken koridorun karşısından gelen Kaptan Kutake’yi gördü. En az kendisi kadar iri bir temizlik robotunu çekerek getiriyordu. Bütün dişlerini göstererek gülümsedi, sonra bir anda ciddileşti, “Evet Teğmen Ay-ris,” dedi heceleri teker teker vurgulayarak, “Temizlik zamanı.”

Platformun kapıları iki yana kaydı. Girişe kenetlenen modülü kısa koridorun ucunda gördüler. İki yüz kişiyi aya taşımak için tasarlanmış bir tür teleferik. Tamamen titanyum ve zirkonyadan yapılmıştı, iki yüz kişiye sınırsız konfor sağlamak için tasarlanan tüm mobilyalar silikonla kaplıydı, her şey duvarlara perçinliydi.

“Her seferde,” dedi Kaptan, “Burayı temizleyip aç bir orduyu yirmi gün tok ve sarhoş tutacak erzak yığıyoruz, orada hayallerinde bile göremeyecekleri bir lüks kendilerini beklediği halde buradaki her şeyi yanlarında götürüyorlar. Her şeyi. Süslü pipetleri, kağıt bardakları, meyvelerin sepetlerini bile… İnan bana, bu ayda bir şey var, o kibarcık hanım teyzelerle bey amcalar, ayın çekimine girdikleri anda kurt adamlara dönüşüyor olmalılar…” O gevrek gülüşüyle güldü. “İşte böyle Ay-ris’ciğim…” dedi, yine üstüne basa basa… “Morukların veda partilerinden kalanları temizlemek de bize düşüyor.” Robotun şalterini sert bir vuruşla kaldırdı. Girişi aşıp modüle girdi. “Tuhaf şey,” diye düşündü teğmen… Duvarlarda iğrenç görünüşlü, yer yer kabarmış, kurumuş lekeler vardı, “oysa yerler tertemiz…”

“Boş durma,” diye seslendi Kutake, “İki silah da sen kap.” Robotun vücudundan uzanan diğer hortumları gösteriyordu. Teğmen bunlardan birini çektiği anda ağzında kırmızı bir ışık yandı. “Dikkat et,” dedi Kaptan yine gülerek, “Bir yerine bir saniyeden fazla tutarsan seni de temizler.” Işığının düştüğü yerde lekeler kabarıp kaynaşmaya başlıyor birkaç saniye içinde de yok oluyorlardı.”

“Nedir bunlar?”

“Kimbilir… Herhalde pasta savaşı,” duvarda kuruyup kalmış bir et parçasına benzeyen kararmış kabarıklıkla yirmi saniye uğraştıktan sonra, “Ya da büftek…” dedi.

Tüm malzemeyi taşıyıp dolaplara yerleştirmeleri bir saatten fazla sürdü, duvara “Ayodya’ya hoş geldiniz,” yazısını astılar, silikon tiftiğinden yapılmış yumuşak yastıkları koltukların üzerine attılar, masaj yataklarını şarj ettiler. Uzanıp dinlenmek isteyenler için yumuşacık silikon örtüleri kanepelere yerleştirdiler. Kaptan kendisini bunlardan birinin üzerine attı. “Tüm yol boyunca her an kayıt altında olduğunu bildikten sonra, burada insan kendini özgür hissediyor,” dedi. Teğmen her yeri araştıran bakışlarını geniş salonda dolaştırırken, “Kamera yok ha…” dedi, “Emin misin?”

“Tabii… Denedim.”

“Nasıl denediğini bilmek istemiyorum.”

Kaptan gülerek doğruldu, yanını göstererek, “Ayşe…” dedi. Sesinin tuhaf bir tınısı vardı, gerçekten etkileyici adamdı. Tam bir ojeni harikası. Zeki, sevimli, güzel, fazla güzel… Belki de harcı karılırken şeytan tüyü biraz fazla kaçmıştı.

“Gel, buraya.”

“Adımı söyledin.”

“Evet, sorun değil, burası temiz. Kimse duymuyor.”

“Neden acaba… Bu biraz garip değil mi?”

Kutake omuz silkti. “Elektroniksiz bir dünya, çok romantik. Birinci mevki mehtap manzarası. Hadi gel,” dedi. “Ben sözümü tuttum, şimdi sıra sende.”

Kız itiraz etmeden yaklaştı. Kaptan’ın yanına oturdu. Kulağına eğildi, “İşte burada,” dedi, “Kımıldama …”

Kaptan’ın yüzü değişti. “O zımbırtıyı kulağıma mı soktun? Ne zaman?”

Bu kez kız omuz silkti… Avucuna koyduğu hap kadar mıknatısın üzerindeki vericiyi gururla gösterdi. Bu tıpkı minik bir kaktüs dikenine benziyordu. İlk saplandığında belki biraz kaşınmış olabilirdi, hepsi o kadar. “Vay canına,” dedi Kaptan İbo Teng Kutake. “Nereden buldun bunu?”

“DNA kayıt cihazı diye bir şey duymuş muydun, birkaç ferro-manyetik hücre herhangi bir dokuya ekiliyor ve ömrü boyunca aldığı her sinyali kodlanmış bir protein zincirine dönüştürüyor. Sonra tek yapacağın plazmadaki zincirleri enzimatik kod çözücüden okumak . Bir tek hücre çekirdeğine milyonlarca kilobit sığdırılabilir. Bu minik diken çok daha büyük işlere yarar ama ne derler bilirsin, en kestirme yol en iyi bildiğin yoldur.” Genç adamın yüzündeki şaşkınlığın tadını çıkardı. Sonra yüzü ciddileşti. “Senin duyduğun her şeyi ben de duydum piç kurusu. Kanıtım var derken blöf yapmıyordum. Beni küçümsememelisin.”

“İnan bana sevgilim, bir daha asla…”

“Bir daha diye bir şey yok. Birbirimizle hiçbir alıp veremediğimiz kalmadı… Bir daha görüşmeyeceğiz.”

“Ama döndükten sonra… Tamam, anlaşmamız böyle, ama daha dönmemize sekiz gün var, sevgili Teğmen Ay-ris, sekiz koca gün...”

Kız yanıt vermedi.

Yerçekiminden kurtulmanın insan vücudundaki her türlü yükü azalttığı uzun zamandır biliniyordu. Kan basıncı uyumu sağlandıktan sonra özellikle kalp üzerindeki yük en azından dörtte bir azalıyordu ve bu çok şey demekti. Bağışıklık hastalıklarından sonra kalp ve damar hastalıkları da sorun olmaktan çıkıyordu böylece, organ nakli artık basit bir işlemdi, son yirmi yılda kayıtlı kanser vakaları yok denecek kadar azalmıştı, ama sindirim sorunları hala insanların hayatını cehenneme çevirebiliyordu. Onun da artık çaresi vardı, enzimatik parçalanma. Tek sorun sindirim sisteminin genetik modifikasyonunun zaman almasıydı. Bunun için en geç altmış yaşlarında tedaviye başlamak gerekiyordu, ve tabii, ne kadar erken başlanırsa o kadar iyiydi. Şimdi aya gidenlerin ise her gün gerekli enzimleri kan yoluyla almaları ve bağırsaklarını temizlemek için de haftada bir sentetik lif kapsülleri yutmaları gerekecekti. Ay yolculuğuna hak kazanan emekliler yolculuk sırasında eğitiliyorlar ve emeklilik ikramiyelerinin önemli bir kısmını ömür boyu enzim takviyesi almak için vakfa bağışlıyor, karşılığında ayda dilediklerini yeme içme gibi büyük bir lüksü satın alıyorlardı. Ayşe Kaptan’la eğitim programı çalışmalarında tanışmıştı. Yaka kartına bakıp “Nerelisiniz Yüzbaşı Kutake?” diye sormuştu. “Bilmiyorum,” cevabını almıştı, “Belki Siyam kedisi belki İspanyol tazısı… Ben şu kuluçka makinelerinde üretilenlerdenim. Bilgisayarın tasarladığı gen melezi. Ordu malı…” Kız gülümseyerek kartı işaret etmiş, “Size Teng mi demeliyim, Bay Kutake mi?” Genç adam ise karttaki İ. harfini göstermiş, “Sevgililerim İbo der,” diye fısıldamıştı.

Ertesi gün aşkından ölüyordu Ayşe, ikinci haftanın sonunda kıskançlıktan, ikinci ayın sonunda da umutsuzluktan... İlk vericiyi o zaman yerleştirmişti. Tek istediği bilmekti, her şeyi kabullenecekti, sadece bilmek istiyordu. Ama öğrenmek istediğinden fazlasını öğrenmişti. İbo Ay’a kaçak yolcu taşıyordu, üstelik hiç de ucuza yapmıyordu bunu. Eninde sonunda ortaya çıkacaktı elbette, ama ne yapabilirlerdi ki… Onu işten atacaklardı, ıskartaya çıkmış bir ordu malı olacaktı, belki yüklüce bir tazminat ödetirlerdi, belki birkaç yıl yatardı, ama sonra özgür olacaktı. Onun da istediği buydu. Ama işler onun planladığından biraz farklı gelişti. Ayşe ona şantaj yaptı, ve işte buradaydı. Bu kez kaçak yirmi altı yaşındaydı ve onu Teğmen Ayris’in yerine koymak hiç de kolay olmamıştı.

Şimdi yolcuları teleferiğe götürürken yanında yürüyen kıza bir daha baktı, evet onu küçümsemişti. Belki bir şans daha verebilirdi ona, neden olmasın… Belki biraz zor olurdu ama şu sıralar uğraşacak daha iyi bir işi yoktu. Ayşe ona dönünce göz kırptı. Kız başını çevirdi ama belli belirsiz gülümsemişti.

Yolcular ve bavullar teleferiğe yerleştirildi. Enjeksiyon eğitimi bir kez daha verildi. Sağlık kartları son kez kontrol edildi. Son sorular cevaplandı, son hatırlatmalar yapıldı. Birkaç şişe beyaz şarap açıldı, Ayodya’nın gümüş kubbeleri ve ufuktaki Descartes tepelerinin manzarası eşliğinde yudumlandı ve dönüş vakti geldi. On dakika sonra kapı kapanacak, ana gemi dünyaya dönüş yolculuğuna başlamak üzere platformdan ayrılacak ve ancak o zaman teleferik Ayodya’ya doğru hareket edebilecekti.

Kutake kapının önünde durup abartılı bir selam verdi. “Gitme zamanı, Teğmen Ayris. Hepinize sonsuz mutluluklar diliyoruz. Hepiniz bunu hak ettiniz.”

Ayşe donuk bakışlarını kaldırıp, “Biz de size mutluluklar diliyoruz, İbo. Kendinize iyi bakın,” diyerek elini uzattı. Elinde komik, oyuncak gibi bir şey vardı. Kaptan şaka olduğunu düşündü, ama sadece bir an, kızın bakışları neredeyse insanın canını yakacak kadar sertti. “Aklından ne geçtiğini biliyorum. Sakın kalkışma,” dedi sakin bir sesle. “Ferro-manyetik hücreler… diğer kulağında da bir diken var Kaptan, gemine dön bir mıknatıs bul ve kurtul ondan.” Elindeki oyuncağı gösterdi. “Ultrason dalgasıyla parçalanabilir, ve o zaman genetik aktiviteni düzenleyen enzimin inhibitörü kanına karışır. O enzime çok ihtiyacın var Kaptan. Hücrelerindeki gen uyumu tamamen onun eseri. Sen minicik bir embiryoyken bütün hücrelerine bombardıman edilmiş tüm çakışık genlerin bir anda aktive olduğunu düşün, karaciğerinin safra salgılamaya başlamayacağını kimse bilemez. O enzim olmadığı anda sadece bir genetik çöplüksün.”

Geminin otomatik rotasına başlamak üzere platformdan ayrılmasına sadece iki dakika kalmıştı. Kız olmadan dönemezdi. Ayris’in yokluğunu açıklaması gerekirdi. Hadi onu açıklasa, dünyadaki Ayris’i ne yapacaktı. İşler fenaydı. Ama kızın blöf yapmadığını biliyordu. Kulağı yanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş geri çekildi, teleferikten çıktı. “Her şeyi mahvediyorsun…” dedi. Yolcular şaşkınlık içindeydi. Son gördüğü şey, kızın yüzü oldu, dudağını ısırıyordu... Kapı kapandı.

Ayşe dönüp etrafına baktı. Ellerini açıp korku dolu yaşlı yüzlere baktı. “Sizinle gelmemin bir sakıncası var mı?” Hepsi başlarını sallayarak birer adım geri çekildi. Arkasındaki kadın titreyen sesle, “Bize yaptığın iğneler…” dedi, gerisini getiremedi, yere oturdu.

“Hayır, hayır…” dedi Ayşe, sesi gerçekten içtendi. Zavallıların bir suçu yoktu, hayatları boyunca, yetmiş yıl boyunca bu emeklilik için çalışmışlardı, ellerine geçen kazancın yarısını yaşlılık günlerini dünyada eşi olmayan bir rahatlık içinde geçirebilmek için kanser aşılarına ve sağlık kontrollerine kalan yarısını da tek çocuklarının ileride kanser aşısıyla sağlık kontrollerini karşılayacak birer işi olsun diye onların eğitimine harcamışlar, işte şimdi, ancak seksen yaşından sonra bütün bir ömür karşılığında kendilerine vaat edilen yirmi otuz yılı bomboş bir lüks içinde ağrısız sızısız geçirmeye gidiyorlardı. “Size bir zararım dokunmaz, yemin ederim… Ben, sadece…” Çaresizlikle ellerini salladı. “Annemi görmeye gidiyorum...”

Gala Kristewa çağa damgasını vurmuş bir kadındı. Soyadını annesinden o da kendi annesinden almıştı. Annesi doktordu, çocukluğunu tıp kitapları okuyarak geçirmişti. On iki yaşındayken annesinin çalıştığı özel hastanenin birkaç kez ziyaret ettiği biyokimya laboratuarında karaciğer hücre kültürleri üzerinde kendi tükürüğünün etkilerini incelemiş, gizlice gönderdiği makale adı sayılır bir bilimsel yayın tarafından kabul edilince kendisi de şaşırmıştı. İlk Nobel’ini insan vücudunda hormon üretiminin genetik modifikasyonla sağlanabileceğini kanıtladığında almıştı. O zamana kadar hormonlar genetik yapısı değiştirilen tek hücreli organizmalara ürettiriliyordu. Gala Kristewa insan vücudu gibi çok daha karmaşık ve değişken bir sistemde istenen hormonun üretilmesi için tüm hücrelerin genetik yapısını bu hormonu üretecek şekilde değiştiren ve aktivitesini enzimatik olarak düzenleyen bir kontrol mekanizması geliştirdi. Tabii bunu yapabilmek için insan bünyesinde bilinen ve bilinmeyen tüm hormonların tam bir haritasını çıkarmak gerekiyordu. Bunu yaptı. Bu büyük bir başarıydı ama Gala Kristewa için yeterince büyük değildi. Sonra asıl amaçladığı işe girişti. İnsan hücrelerine sentetik bir protein ürettirmeyi başardı. Bu protein kanserli hücreler oluştuğu anda çevresinde yoğunlaşıp onu karantinaya alıyordu. Bu karantina kanserli hücreleri her zaman yok etmiyordu ama en azından ihbar ediyordu. Sadece bu özel proteinle reaksiyona giren bir maddeyle kaplı kanser ilacı küçük dozlarda vücuda verildiğinde kanser hücreleri oluşur oluşmaz yok oluyordu. Kristewa kansere kesin ve yan etkisiz bir çözüm bulduğunda elli dört, kızı ise dört yaşındaydı ve kan kanseriydi.

Küçük Ayşe hızla ve tamamen iyileşti. İşte bu gerçek bir başarıydı. Gala Kristewa aleyhine insan üzerinde izinsiz deney yapmak ve sorumsuz davranmaktan açılan soruşturma kapalı bir mahkeme oturumuyla çabucak kapandı. İkinci Nobel’den sonra Kristewa ikinci Marie Curie adıyla anılmaya başladı. Altı ay içinde kanser aşısı onaylandı ve sağlık sigortası kapsamına alınmasıyla primler iki katına fırladı. Asrın vebasına çare bulunmuştu.

Birkaç yıl antikorlar, sonraki birkaç yıl enzim kinetiği üzerine çalıştı. Sonraki yıllar laboratuar çalışmalarına ara verip, kanser, protein tasarımı, genetik modifikasyon ve hücre apoptasisi üzerine birkaç kitap yazdı. Son iki yıldır ise Ay’daki hayatı iyileştirmek ve uzatmak için çalışıyordu. Yaşlılar hayatı seviyorlardı ve yetmiş yıl it gibi çalıştıktan sonra sınırsız rahat ve özgürlüğe kavuştuklarında biraz daha renkli bir hayat onların hakkıydı. Hormonlar cinsel aktivitenin devamını sağlayabiliyordu, estetik cerrahi de çok ilerlemişti, ama Kristewa’nın asıl hedefi sindirim enzimleriydi. Ayodya’yı muazzam bir ziyafet sofrasına döndürebilirdi, ve bunu da başardı. Bilinen yollardan yürümek, yani makale yazıp, sponsor ve burs bulup, bir yıl izin başvurularının sonra da on yıl istatistik verilerinin sonuçlarını beklemek ona göre değildi. Genetik bir bombardıman! Tek istediği buydu. Bu konuda her şeyi biliyordu, enzimlerin, genlerin, proteinlerin kraliçesiydi o … “İnsana yaptıramayacağı hiçbir şey yoktur…”

“Efendim?”

Ayşe son cümleyi yüksek sesle düşündüğünü fark etti. Kadın elini çekinerek omzuna uzattı. “Anneni çok seviyor olmalısın.” Ayşe bu kez içinden, “Ondan nefret ediyorum,” diye geçirdi. Başını salladı. “Onu ne zamandır görmedin?” Ayşe gülümsedi. “Bir yıl oldu.”

Annesi kendi sindirim düzenini riskli ama hızlandırılmış bir yöntemle değiştirmişti, enzimatik sindirim genini taşıyıcı virüslere yüklemiş ve bundan fazla dozda almıştı. Hücrelerin evrimini yirmi yıl bekleyemezdi, o sonucu hemen görmeliydi. Gördü de… Enzimatik sindirim kusursuz işliyordu. Ama normal sindirim sistemi bir anda devre dışı kaldı. Sentetik lif kapsüllerini kullanmaya başladı ama bunlar ancak yerçekiminin düşük olduğu ortamda normale yakın bağırsak hareketlerini sağlayabiliyordu. Kapsülleri almazsa enfeksiyon riski vardı, aldığında ise günler süren acılar çekmeye başladı. Çalışmalarına devam edebilmek için yerçekimi azaltılmış bir laboratuar istedi. O sırada hakkında yeniden dava açılmıştı, bu kez kolay kapanacağa da benzemiyordu. Apar topar üçüncü Nobel’i eline verip onu Ay’a gönderdiler. İnsanlık için yeterinden fazla hizmet etmişti. Onu ikna etmeleri için, laboratuarını ve asistanını da en kısa zamanda göndermeye söz verdiler. İşte Ayşe o zaman annesi için tam olarak ne olduğunu büyük bir açıklıkla fark etmişti. Asistan. Bulaşıkları yıkayan, kültürleri pasajlayan, enjeksiyonları yapan, notları temize çeken kişi…Kendisi için annesinin ne olduğunu da o zaman fark etmişti. Sahip.

Sahip gittiğinde, bu kısa özgürlükle ne yapacağını bilememişti. Dört ayı vardı, sonra sahip onu yanına aldıracak ve işe koşacaktı. Bu kısa özgürlüğün tadını çıkarmak istemişti ama şu kaktüs dikenleriyle uğraşmaktan başka yapacak hiçbir şey bulamamıştı. Çok acı duymuştu o zaman, Gala Kristewa’nın deneği ve asistanı, tıpkı onun gibi çalışmaktan başka hiç bir şey bilmiyordu demek…

Dört ay biterken içindeki öfke büyümeye başlamıştı. Annesine “Hayır, gelmiyorum. Sana başka asistan bulsunlar. Kendime ait bir hayatım var,” demenin hayallerini kurmuştu. Ama var mıydı gerçekten? Hayır yoktu. Hiç bir tanıdığı yoktu. Gitmekten hoşlandığı yerler yoktu. Alışkanlıkları, zevkleri yoktu. İbo’ya gelince, telefonlarına bile cevap vermiyordu. Son günler geldiğinde o da kaderini kabullenmişti. Laboratuar malzemelerini, diskleri ve cihazları paketleyip beklemeye koyuldu. Ama hiç bir şey olmadı. Sağı solu aradı. Hiç bir yetkili bir görevlendirme almamıştı. Kimse konuda bilgili değildi. En sonunda annesini aramaya karar verdi. Ayla bağlantı inanılmaz pahalıydı, ama banka hesabının haftalık ödeme talimatlarına yetmeyeceği uyarısı araya girene kadar konuştu. Sürekli aynı sözleri söylüyordu annesi; “Burası çok güzel... dinleniyorum bir tanem, hayatın tadını çıkarıyorum, ne kadar yorulduğumu fark ettim… kendime vakit ayırmaya ihtiyacım var… kendimi yeniden keşfediyorum… yoo, lütfen, artık bunlara kafa yormak istemiyorum…” Duyduğu onun sesiydi; ama hayır, konuşan o değildi, insan bu kadar zamanda değişemezdi… İnsanlar değişebilirdi belki, ama annesi değişemezdi…

Sonraki aylar, çalıştı, planladı, yaptı. İşte Ayodya’ya giden teleferikteydi. Az sonra Ay’a ayak basacaktı. Duvardaki mekanik zaman göstericiye baktı. Tam olarak kırk dakika sonra… Ve orada neler olduğunu öğrenecekti… Sonra çevresine göz gezdirdi. İnsanlar sakin sakin oturuyor, bir şeyler atıştırıyor ya da yudumluyordu. Modülde çılgın parti falan yoktu… Garip bir sıkıntı duydu. Bir şeyler döndüğünden emindi.

Ayodya’ya giriş koridoruna kenetlendiklerinde heyecanla yerin ayakları altından kaymaya başladığını fark ettiler. Yerçekimi yarı yarıya azaldı, şaşkınlık sesleriyle ayakları yerden kesildi ve modül bant üzerinde ilerledi. Yer artık titanyum zemin değildi, siyah bir plastiğe benziyordu ama kaygandı. İnsanların gülerek mobilyalara tutunmaya çalıştığını duydu. Paniğe kapıldığını hissetti. Neden hiçbir uyarı yapılmamıştı? Neden bir karşılama mesajı duyulmuyordu? Bu insanlara neden hiçbir şey garip gelmiyordu?..

Kapı açıldığında Ayşe hala silah olarak kullanılabilecek hiçbir şey bulamamıştı. Hiçbir şey yapamadı. İçeri uluyarak daldılar. Çılgınca dolaplara saldırdılar. Birkaçı açabildikleri bavulları boşaltıp içlerine yiyecek tıkmaya başladı. İçeridekiler dışarı çıkmak istiyorlardı ama kımıldayacak yer yoktu. Ezilenler oldu. Aklı yavaş yavaş başına gelenler çıplak elle yeni gelenlere saldırmaya kalktılar, oysa onların ellerinde titanyum sopalar vardı. Bir anda ortalık kan gölüne döndü. Ayşe her şeyi rüyada gibi izliyordu… “Açlar,” diye düşündü… “Bunlar aç…”

“Durun diyorum hayvanlar!” Sesi tanıyıp yavaş yavaş dönmeye çalıştı. Biraz önce yanında oturup sırtını sıvazlayan kadın vücuduna yapışmış, tırnaklarını sırtına geçirmiş ağlıyordu. İşte, sahip oradaydı. Onu kurtarmak için gelmiş olmalıydı. Gala Kristewa… Kraliçe arı. Elindeki sopayı duvarlara vurup bağırıyordu. “Durun, yavaş! Bavulları açmak yok. Önce taşıyın, önce her şey dışarı… Ölmek mi istiyorsunuz.” Sopayı önüne gelenin kafasına indirmeye başladı. Her şey ağır çekimdi… Ayşe hayal gibi, duvara uçan beyin parçalarını gördü. “Dışarı diyorum… Dışarı… “ Kalabalık yavaş yavaş dışarı akmaya başladı. Yiyecekler bulamaç olmuş halde, ellerde kucaklarda taşınıyordu. Yaratıklardan bazıları, hızlı yemekten olacak, yerlerde iki büklüm inliyorlardı. Bavulların ve yaşlıların bir kısmı da dışarı sürüklendi. Ayşe kımıldamadan duruyordu. Nihayet annesi dönüp onu gördü. “Ne duruyorsun,” diye haykırdı. “Taşısana… Laboratuarım nerde?...”

Sonra olanlar rüya gibiydi. Ayşe dışarı sürüklendi. İnsanlar taşıyabildikleri kadarını dışarı taşıdılar. Sonra kapılar kapandı. Modül geri kayarak içinde kalanlarla birlikte uzaklaştı. Banttan ayrılırken içinde kalan onlarca kişinin ve her şeyin uzaya savrulduğunu gördüler. Şimdilik her şey bitmişti, Herod bir daha gelene kadar...

“Ben gelene kadar,” dedi Gala, “Hayvanlar gibi birbirlerini yiyorlardı. Hala tam bir düzene oturtamadım… Neden bu kadar geç kaldın küçük hanım? Dünya kadar işimiz var…” Sonra düşünceli bir tavırla ekledi… “Buradakilerin hepsi çıldırmış.”

“Nasıl oldu bu?”

“Çok basit. İnsan faktörü. Burası gerçekten huzurlu bir cennet olarak tasarlandı. Eğitimli psikologlar, hemşireler, doktorlar, teknik servis, masörler, hizmetçiler… Ama insan cennete uygun bir yaratık olsa oradan hiç çıkmazdı… Hepsi defalarca istifa etmiş olmalı. Ama kimse geri dönemedi. Buradaki fiyaskoyu dünya bilmemeliydi tabii. Hayat boyu çalışıp didinmenin sonucu korkunç bir can sıkıntısı. Bu insanlar huzur içinde dinlenmeye birkaç haftadan fazla dayanamazlar. Kimyasal yollarla kışkırtılmış libidolarıyla ve harcanmış ömürlerinin tatminsizliğiyle ortalıkta dolaşan ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan yüzlerce ihtiyar. O güzel hemşirelerin, güler yüzlü doktorların birbirleriyle cilveleşmekten başka ne işe yaradıklarını merak etmeye başlamış olmalılar. Dünyada kopacak kıyameti düşün, Ayodya’da isyan, seçkin emekliler ayaklandı, personelden canlı kurtulan olmadı. Tabii hemen tüm bağlantıları kestiler. Ayodya kaderine terk edildi.”

“Emekliler? Onlar gelmeye devam ediyor ama…”

“Yapabilecekleri bir şey yok. Her şeyin büyük bir yalan olduğunu artık söyleyemezler. İnsanların hayatları boyunca burası için yaptıkları yatırımı düşün…”

“Telefon bağlantısı!”

“Öyle bir şey yok.”

“Ama seni aradım… Yoo, sen değildin. Bunu nasıl yaparlar?”

“İnsanların seslerini taklit etmek zor değil. Kapı zilleri bile yapıyor bunu.”

“Ama, çok pahalı.”

“Tabii, çok inandırıcı, çok güvenli, ve çok ama çok karlı bir iş.“

“Birileri anlar! Ben seninle konuşmadığımı analdım. Birileri anlayacak.”

Gala güldü. “İnan bana Ayşe’ciğim, kimse anlamayacak… İnsanlara bir hayal verirsen hepsi kör olur. Hep böyle olmuş. Burada kendi başımızın çaresine bakmaktan başka yol yok. Gel…” Onu bir pencerenin önüne götürdü, içerisi bir ayak yüksekliğinde iğrenç bir bulamaçla kaplıydı. “İklimlendirme cihazlarını kontrol edebiliyorum. Burası basınç odası. Ölü yemek yasak, onlardan burada toprak yapmaya çalışıyorum. Dünyadan çiçek tohumu getirenler var, inanabiliyor musun? Bavulların tamamını kurtaracak kadar organize olabilirsek, işe yarar başka şeyler de bulabiliriz.” Sonra onu asansöre bindirdi. “Hala her yere giremiyoruz, kapılar şifreli. İçeride kalanlar çoktan ölmüş olmalı. Ay jipleri ve uzay giysileri var. Biyomühendislerin bölmesine girebilirsek sentetik gıda üretimi için bir şeyler çıkacağını umuyorum. Uygun besi malzemesi bulabilirsek odalara hücre ekebiliriz, inanır mısın bu pislik içinde her yer steril. Ama önce düzen şart. Bir yerlerde eşek yüküyle ilaç olduğundan eminim. Gördüğün gibi, buradakilerin hormon seviyeleri hiç de düzenli değil. Sürekli birbirlerini öldürüyorlar.” İçini çekti. “Ama bu kapıları açacak kadar elektronik bilenlerin buraya düşmesine en az otuz yıl var… O zamana kadar ilkel yöntemlerle idare etmek zorundayız.” “Ne gibi? Sopa mı?” Gala kayıtsız bir ifadeyle ona döndü, “Tabii ki telkin…” dedi. “Binlerce yıldır işe yaramış, yine yarıyor.”

Onu tekrar asansöre bindirdi. Aşağı indiler. “Şimdi seyret,” dedi Gala. Ve onu itip bir balkona çıkardı. Aşağıda kaynaşan kalabalığı gördüler. “İnsanlıktan çıkmışlar,” dedi Ayşe… “Hemen hemen…” diye mırıldandı Gala ve elindeki sopayı kaldırıp haykırdı… “İnsan yemeyeceğiz. Biz insan değil miyiz!” Ayşe dehşetle izlerken kalabalık böğürerek haykırdı, “İnsan yemeyeceğiz, biz insan değil miyiz…”

Bu kadını tanıyor muydu… Gala tekrar asansöre girerken ondan uzaklaşmak istediğini fark etti. Kendi ayağıyla nasıl böyle bir cehenneme gelmişti. Gala dönüp şefkatle işaret etti. “Yanımdan ayrılmamalısın. Ayrıca konuşacaklarımız var…” Ayşe sessizce peşinden yürüdü. “Uyan, “dedi içinden. “Uyan, uyan! Bu bir rüya.”

“Senin için bir alışma süreci ayarlamak isterdim. Ama ne kadar zamanımız olduğunu bilmiyorum. En son ne zaman kemoterapiye girdin?” Ayşe kekeledi, “Geçen yıl, sen gitmeden…” “İhmal etmemeliydin. Neyse, hastalığının kısa zamanda tekrarlamayacağını umalım. Burada ilaç yok. Ama herhalde en azından birkaç yılımız vardır. Hemen konuya gireceğim. Bak, her şey umduğum gibi gitse bile, bu bunakları bir sosyal düzene soksam bile, ancak iş güçlerinden yararlanabilirim. Oysa bana taze beyin lazım. Elimizdeki erkeklerin çoğu sağlam. Zaten sadece en kuvvetli, yetenekli ve zeki olanları hayatta kalabiliyor. Yani döl sıkıntımız olmayacak, ama kadınların hiçbiri doğuracak durumda değil. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

Ayşe annesine baktı. “Bebekler…”

“Evet hayatım, bebeklere ihtiyacımız var. Sadece genç bir kadın hayali değil, büyük bir ailenin babası olma vaadi, işte bu onları yola getirecek. Kadınlar çok azlar, ama kesinlikle büyükannelik yapmayı her şeyden çok isteyecekler. Ayrıca bu durum manyakları hizaya sokmak için bir çeşit etik geliştirmemizi sağlayacak. Anlıyorsun değil mi?”

“Tabii, bebekler. Bebeklerim olacak, değil mi, bunu söylüyorsun.”

“Hepimizin bebekleri. “

Ayşe dönüp dışarı baktı. Ayodya. Gümüş kubbeleriyle ay üzerinde parlayan düş şehir. Sadece dünyada çalışıp hak edenlerin kavuştuğu cennet. Ütopya. Her şeyin sınırsız olduğu yer. Ve bebekler. Kendi bebekleri. Yoo, hepsinin bebekleri. Aslında annesinin bebekleri. Onun, eğiteceği, yetiştireceği, besleyip çiftleştireceği, kobay olarak kullanabileceği bebekler… Yeni genler, yeni hormonlar, yeni enzimler. İnsanlığın atıklarından filizlenen yeni bir hayat. Bu defa bütünüyle sahibin eseri…

Dönüp annesine sarıldı, saçlarını okşadı, “Benim bebeklerim,” diye fısıldadı, “Bu vahşi dünyada yaşayacaklar. Dünyanın zincirlerinden, yalanlarından uzakta…”, sonra annesini öptü. Ondan uzaklaşırken yaşlı kadının gülümsemeyle aydınlanmış yüzünü gördü. “Evet, yavrum, bizim bebeklerimiz…” Sonra kızın cebinden çıkardığı şeyi işaret etti. “Bu nedir Ayşe?”

“Bir hediye, senin için,” gözlerini sildi. Annesi uzanıp nesneyi elinden aldı. Düğmeye bastı, bastı. “Ne işe yarar?” “Ultrason dalgaları yayıyor, sen gittikten sonra bunun üzerinde çalıştım, bir çeşit enzim pompası…” Annesi oyuncağı elinde salladı. “Şimdi daha işe yarar şeyler üzerinde çalışmalıyız,” dedi, “bu halkın sana ihtiyacı var…” Konuşmaya devam etti, ama Ayşe artık duymuyordu. Gala Kristewa hafifçe sendeleyerek gidip kanepeye uzandı. “Yorgunum,” dedi. “Tuhaf şey, sanki vücudum çözülüyor. Daha önce hiç böyle olmamıştım.”

Ayşe arkasını dönüp usulca pencereye yaklaştı. “Ayodya,” dedi. “Evrenin en güzel şehri. Rüyaların gerçek olduğu yer…

G.G. 2006