OKULLU OLMAK

Dünden beri yatıyorum, kafamın içi muhallebi gibi. Beni rahatsız eden nedir? Doktorun bakışları tabii. Homurdanarak sırtımı dönsem defolup gitmez. Hiç kımıldamazsam, sıkılıp gider mi? Gene gitmez. “Vitaminlerini almamışsın. Hişt, Osman, kalk, yut şunları.”

“Git burdan.”

“Yutsana oğlum şunları!”

“Cık.”

Gözümü açmadan biliyorum. Sabah kalkmış, banyo yapmış, traş olmuş, kahvaltısını yapmış, e vitaminini yutmuştur. Bölüme gitmiştir, derse girmiştir, bütün işleri bitmiştir de ondan gelip musallat olmuştur. Yuvasındaki tek sağlıksızlık benim de ondan, iki haftadır her gün bu bahar temizliğine kalkışıyor bu herif... “İlaç almıyorum dedim, kaç kere söyledim, benim de prensiplerim var.”

“Başlatma prensibine. Kokuyorsun. Kalk yıkan. Şunları yutsan bunların hepsi geçecek ama... Neyse sen en azından pasifsin, hayatını mahvetmekte senden daha beceriklileri de var!”

Sesinde değişik bir tını var, kimyasal olmayan enerji. Zevk bile denebilir. Beni uyandırmayı başardı.

“Ne oldu?”

“On dört gün. On dört gündür sabrediyorum, olan bu. İki hafta demiştim, eder ondört gün. Bitti. Ya bu gün akşama kadar insana dönersin, ya da?...”

Yarım açık gözlerle gerisini bekledim. Yapmasına yapar ama yapacağını söyeyemez inek. Diyemedi. “Bu konuda benim bir şeyler yapmam gerekecek.”

“Onu sormuyorum,” dedim. “Okulda ne oldu?”

“Nasıl yani?” Konuşmaya üşenince yaptığım gibi yaptım, sinirden gözlerimi devirdim. Genellikle yanıtı hızlandırır. Üstelik şiddet tehdidi şiddete başvurmaktan daha kolay ve daha ucuz ve daha etkili, en azından onun üzerinde. Bu adamla aynı kanı taşımamızı yamuk kafalı Mendel nasıl açıklardı acaba? Her neyse, arkamdan istediği numarayı çevirebilir ama önümde dururken baskın olan ben olmalıyım. Derhal çekinikleşti, aferin. “Fakülte birincisi var ya, aranıyormuş.” Gözleri fıldır fıldır dönüyor, bu çok özel dedikoduyu hakedecek kadar gözüne girmiş demek büyükbaşların. “Projesiyle birlikte ortadan kaybolmuş, nükleer tıp labındaki bütün bilgisayarları formatlamış ve yedekleri de imha etmiş.” Zevkten geberecek. İyilik perisiyle karşılaşsa başka bir şey dilemezdi. Onun için gelip dadandı şimdi bana. Yeni bir hayata başlıyacak, bu günden itibaren, önü açık, geleceği parlak, önüne düşecek tek bir gölge yok. Kardeşi dışında, o da gölge sayılmaz, leke olmasın da. Bu gün beni ya temizleyecek ya temizleyecek.

“Kampüs sivil kaynıyor, her arabayı, her koliyi, her yeri arıyorlar, herkes kontrol altında, buradan çıkmış olamaz, içeride bir yerde, bulunması an meselesi.”

“İçeride olduğu ne malum?”

“Labda kamera var, milyar Euroluk projeyi çobanlara teslim edecek değiller herhalde. Ne yaptığını anladıkları anda harekete geçmişler ama çok geçmiş tabii... Bir terslik olduğunu ancak numune şişelerinin tümünü teker teker sıcak plazma haznesine boşaltmayı bitirdiğinde anlamışlar. Soğukkanlıymış değil mi?.. Labdan çıkmış ama uzaklaşmış olamaz.”

Vay canına, fakülte birincisi ha... Belli miydi böyle bir şey olacağı? Hayır, hiç değildi. En ufak şüphe olsa şimdiye kadar çoktan en etkilisinden bir bok zerketmiş olurlardı kulak tozuna.

“Kimseye söyleme demiyorum, çünkü zaten kime söyleyeceksin ki? Evden çıkmazsın, kimseyle konuştuğun yok, zaten burda fazla kalacağını da sanmıyorum. Ne yapmayı düşünüyorsun gerçekten? Yani okulu bırakırsan? Bursunu neyle ödeyeceksin?” Bu konuda gerçekten endişendiğinden şüpheleniyorum. Acaba sadece fazla mı uyum göstermiş? Çizgiye basanların oracıkta taş olacağına inanıyor mudur mesela? Yoksa başına bir bela sarmamdan mı korkuyor? Herhalde ikisi de, ama daha beni ihbar etmeye karar vermedi. Dur hele, önce şu birinci bulunsun, adamların dikkatini dağıtmaya gerek yok, şimdilik.

“Kaç gündür aranıyor?”

“Üç gündür arıyorlarmış. Bulurlar herhalde yakında.”

Arkamı döndüm. Gitmesini bekliyorum. Allah kahretsin, o da en az benim onu tanıdığım kadar tanıyor beni. “Baksana bana Osman... Nereye girmiş olabilir bu herif, sen bilirsin?”

“Cebime bak...” dedim. Sesim istediğimden daha boğuk çıktı.

Yanlış! Bazen evden çıkıyorum. Geceleri. Konuştuğum biri de var. Ve doğru. Nerede olduğunu biliyorum. Bu lanet olası yerde, güvenliğin aradığı birinin üç koca gün bulunmadan durabileceği bir tek yer var. Bir tek yer...

Bundan altı sene önce tam sağlık projesi kabul edildikten sonra kampüs askeri üsse dönüştü. O günden beri herkes karantinada, herkes gözetim altında, herkes fişli. Küçük bir ülkenin mutlu köleleriyiz. Formül geliştirilmeliydi ama bir yandan saklı da tutulmalıydı. Gönüllü denekler için ayrıca bir yerleşim merkezi kuruldu. Tel örgüyle çevirildi, maksat dış etkileri minimize etmek, içeride restoranları, kuru temizlemecileri, okulları, alışveriş merkezleri var, standart denen kartların limiti kadar istediklerini tüketebiliyorlar, çoluk çocuk yaşayıp gidiyorlar. Rutin sağlık kontrolü altında, yeni formülü alıyorlar. Yeni formülü alıyorlar dediğim, genleri modifiye ediliyor. Tüm hücre çekirdekleri DNA bombardımanına tutuluyor. Ne kadar sürecek, ölene kadar. Yani tek yön. Ama burada yaşamak yaşayamamaktan iyi diye düşünüyorlar. Hayatlarından memnunlar, buraya geldikten sonra o kadar hızlı hanımefendilere ve beyefendilere dönüşüyorlar ki akıl almaz. Canla başla zengincilik oynuyorlar. Nufusun yaş ortalaması da gitgide düşüyor, gitgide daha hayat dolu bir güruh oluşturdukları söylenebilir. Yaşlılar yeniden yaratılmaya karşı fazla dayanıklı değil. Ölüm hastalığında erken teşhis çok önemli. Onlara acımam gerekir mi, hiç bilmiyorum. Hayatları satılık, kulağa kötü geliyor, ama hangimizinki değil ki? Şu burs meselesini alalım, onlardan tek farkımız kendimizi onlardan saymamamız. Çünkü bizler seçildik, sınavla ilk tercihlerimize seçildik, onlarsa son çare geldiler. Kimin daha çok kandırılmış olduğundan emin değilim.

Bu altı senenin dördüncüsünde bir adam çıkageldi, neydi adı? Bir fizikçi. Elinde sağlıklı işler bakanlığından imzalı bir proje teşvikiyle çıktı geldi. Yepyeni bir önerisi vardı, hücreleri değiştirmek yerine yenilerini yapmaktan bahsediyordu. Tabii bu interdisipliner bir çalışma olacaktı, kalabalık bir grup çalışması öngörülmüştü, her disiplinden birer temsilci. Adama insan, laboratuar, malzeme ve ödenek tahsis edilecekti, rica gibi görünüyordu ama daha fazlasıydı. Yıllık bütçenin yeniden gözden geçirilmesi sözkonusuydu. Fizikçi sağlıklı işler bakanının yakın bir yakınıydı. Falan filan. Enstitü adama derhal kucak açtı, maddi yetersizlikten ötürü özür dileyerek ve bir lavabonun bir laboratuar demek olduğunu hatırlatarak eski çayocağını ona tahsis ettiler. Her disiplinden birer öğrenci alması için başvuru açık tutulacaktı, bu arada o disiplinlerden birinden halihazırda açıkta bulunan bir burslu öğrenci vardı. Bir inşaat mühendisi verdiler ona. Ketleyemedikleri tek şey adamın bütçesi oldu. O da kısa zamanda dört milyon Euro’ya sekiz kallavi aygıt alıp çayocağının önüne koydu. Lavabo vardı ama yer yoktu, ve bu cihazlar kıymetli şeylerdi. Fizikçi koridorun bir kısmını kontraplakla kapatmak ve kullanmak için izin istedi, rektör verdi. Kontrplağın arkasına hemen bir duvar örüldü, inşaat mühendisi bu kapısız hücreye kapatıldı. Tabii ki laboratuvarına girip çıkışı serbestti, sadece biraz zahmetli olacaktı, o kadar. Kızcağızın bundan tamamen vazgeçmesi çok kısa sürdü. Çayocağının servis penceresinden, bunun açıldığı oda fizikçiye verilmişti, temel ihtiyaçları karşılanabilirdi ve karşılandı, yani çoğu. Kız biraz içine kapanıktı, fizikçi de tuhaf bir adamdı. Kimse sorumluluk almadı, kimse müdahale etmedi, kimse toz kaldırmadı, sonuçta unutuldular.

Burada daha ne gizli işler döndüğünü merak ediyorum. Ne kadarını biliyorum? Herhalde çok azını. O kadarını biliyorum, çünkü açıkta kalan o inşaat mühendisi sevgilimdi. Hala da öyle. Bunları biliyorum, çünkü biz de iki senedir Rapunzel’cilik oynuyoruz. Başta korkutucuydu, sonra heyecanlı, daha sonra da sadece zor. Okulu bırakıyorum. O da bir seçim yapmalı artık, ya ben ya hücresi. Şimdi, düşünüyorum düşünüyorum, beynimden ateş çıkacak. Birinci denen o herif, üç gün boyunca saklanacağı bir tek yer olabilir, kimsenin bakmayacağı, bakamayacağı bir tek yer.

Her yerde projektörler, bir cambazlık yapmadığımız kalmıştı. Güç bela binaya girdim, üçüncü kata çıktım, kapılar kilitli, solar enerji labında kimsenin gece işi olmuyor tabii, en azından şimdiye kadar bir sorun çıkmamıştı. Şimdi de çıkması için neden var mı? Boşver. İçeriden kilitledim. Her zamankinden daha sessiz olmaya çalışarak köşedeki mermer levhayı kaldırdım. Sanki her zamankinden daha çok gürültü çıkardı meret. Başaşağı sallandım. Toplantı çoktan başlamış.

“Hoşgeldin,” dedi fizikçi. “Tanışmış mıydık?” Adını hatırladım şimdi. Ergun.

“Resmen tanıştırılmamıştık,” dedim. “Ama ben sizi tanıyorum.”

“Bilmukabele,” dedi. Kayıp birinci sakin görünmeye çalışarak iki spektronun arasında oturuyor. Ama saklayamıyor, biraz sinirli.

“Naptın lan?” dedim. Omuz silkti. Tanışırdık ama hiç bu kadar samimi olmamıştık. Durumdan hoşlandım. Battık! Köşeye sıkıştık! Yaktık kendimizi! Vay anasını!!! Geçip karşısına oturdum, kendi evimdeymiş gibi rahatım. Bütün bunlar kimin başının altından çıkmış, öğrenelim bakalım. Gökçe gelip arkama oturdu. Elini sırtıma hissetmek beni yatıştırdı, o benim, sorun yok. Diğer ikisi kaldıkları yerden devam ediyorlar. Fizikçi ekrandaki simülasyonu mıncıklamaya çalışarak bir şeyler anlatıp duruyor. Bir türlü dikkatimi veremiyorum ama ne dediğini biliyorum zaten. O simülasyonu ben yazdım, her şey bittikten sonra Gökçe de sentezledi. Adını HOM koyduk. Eee?

“İşte” diyor Ergun, “DNA’ları kesip hücre çekirdeğinin içine sokmak ve hücre bölünmesinden sonra neler olacağını seyretmek yerine…”

“”Anladım,” diyor birinci, “Tüm hücrelerin içinde eşzamanlı olarak yeni DNA’yı devreye sokuyorsunuz…”

“Evet” diyor Ergun, “birsonraki nesli beklemeye, bir sürü öngörülemez mutasyonla bozulmuş sonuçları ayıklamaya çalışmaya hiç gerek yok. Bu yöntemde mutasyona uğrayacak vakit yok…”

Anında görüntü.

“Yapacak mısın?” diye soruyor Ergun.

“Bilmiyorum,” diyor Arif.

“Bunu yapabilecek biri varsa o da sensin. Düşün. Durumuna bir bak, bir anda her şey değişir. Şimşek hızıyla işler tersine döner, kahraman olursun. İnsanlığı meçhule giden bir yoldan kurtarıp, kusursuz bir dünyanın kapılarını açan adam olacaksın!”

“O işlerin öyle olacağından emin değilim.”

Bu Arif sağlam pabuç galiba.

“Bir şey bulma çılgınlığı işin içine girince… Bakın , bu bilim kurgu yazan bir doktorun lafıydı, kendisi ne kadar ciddiyetle yazdı bilmiyorum ama, ben baya ciddiye aldım. Bir şey keşfetmek manyaklık. Kör edici bir şey. En masumu bile. Herhangi bir şeyi keşfetme hırsına kapılınca, acaip bir şey o. Ne bileyim işte, siz fizikçisiniz, Oppenheimer’ın lafını bilirsiniz, günahla tanışan tek bilim fizik değil…”

Kaşını kaldırıp bakıyor, sessizlik.

“Keşfetmek var ya… Bir şey keşfetmek, ne olursa olsun. Penisilin ya da periyodik tabloya bir dipnot, ya da daha önce kimsenin fark etmediği bir böcek, ya da en iyisi, bir ilaç! Bir şeyin ilacı, şimdi en büyük keşif bu. Ama neyin? Fark etmez, sen ilacı bul, gerekirse hastalığını bulursun, daha da iyisi, yaratırsın. Hepsi böyle değil mi? Yeni bir malzeme yap, nasıl olsa yaradığı bir iş bulunur. Yeni bir bakteri üret, nasıl olsa kullanılacağı bir yer vardır, bir şey üretmeye yaramazsa bir şeyi çürütmeye yarar, çok şanslıysan biyolojik silah olabilir. Artık işin boku çıktı, yeni bir gen yap, nasıl olsa ortaya bir yaratık çıkar. Sonra da onu incelersin…”

Gene baktı, Ergun düşünceli görünüyor. Ben ifadesiz kalabildiğimi sanıyorum. Gökçe arkamda, yüzünü görmüyorum. Ama eli hala sırtımda, demek ki aramızda bir sorun yok.

“Freud’un psikiyatriden önceki parlak buluşunun ne olduğunu bilir misiniz? Bilinçaltından önce kokaini keşfetti. Harika bir ilaç, dili çözer, enerji verir, mutluluk verir, medeni cesaret verir.”

Yüzünüzü güldürür yani. İyiymiş.

“Peki bu harika doğal ilaç ne işe yarar? Mutsuzluk, tutukluk, yorgunluk, umutsuzluk… Bunlar alelade şeylerdi ve kokain daha iyi bir hastalığa layıktı, daha spesifik, daha bilimsel, daha gösterişli bir hastalık. Freud buldu, anestezi. Bundan bir yıl sonra morfinmanların tedavisinde kokain kullanılması öneriliyordu. Kokainin yıldızı hızla parladı ama Freud dizginleri kaptırmıştı, keşif çoktan parsellenmişti. Kokainden voliyi vuramayan Freud uygulamadan teoriye dönüş yaptı, Charchot’nun histeri hipoteziyle Breuer’in bilinçdışı kuramını , Sabina Spielrein’in ölüm içgüdüsünü aşırmış olması psikanalizin babası olmasını engellemedi, muhtemelen kavuştuğu ünü hak etmiştir, ama akademik kariyerinde bambaşka bir yöne çark etmiş olsa da, kokainden ömrünce vazgeçemedi.”

“Neden anlatıyorsun şimdi bunları?”

“Çünkü bir keşif, bir inanç meselesidir. Ve bu da herhangi bir inanç kadar kördür, ya da körü körünedir. Şimdiye kadar yaptıklarıma inanmadım, yapabilseydim yapardım, inanın ki... Ve o zaman şimdiye kadar çoktan kendi üstümde denemiş olurdum. Freud’dan bahsetmemin nedeni bu, o aşağılık herif bile ilacını kendi üzerinde denedi. O projeyi bu yüzden imha ettim, anlıyor musunuz. Kendi üstümde denemeyeceğim bir şeyi kimse üstünde denemeyeceğim. Bu konuda istediğinizi düşünebilirsiniz. Ama sanırım Reich’a hep gizli bir yakınlık besledim. Sizce bir anlamı var mı?”

“Peki ne yapacaksın? Genç adam, asıl senin için şu sözlerin bir anlamı var mı: Bu senin son şansın! Bunun dışında her şeyini kaybettin, her şeyini…”

“Kaybedilmesi en zor şey entelektüel namusmuş.”

Çok fazla okumuş. Sorunu bu.

“Ne demek istiyorsun?”

“Şunu. Ben bir şey keşfetmek istemiyorum. Bir şeye bulaşmak da istemiyorum. Bunların parçası olmak istemiyorum. Ölüme çare bulmak da, birilerinin ölmesine neden olmak da istemiyorum.”

“Peki ne istiyorsun?”

“Ne mi istiyorum?”

“Evet. Elinde büyük bir güç var. Bilgi güçtür. Çok büyük bir güç. Bizim elimizde bir bilgi var. Senin de var. Şimdi buradan çıkıp gidersen yarına kadar bir hiç olacaksın. Ama güçlerimizi birleştirirsek, yarın kimse yolumuza çıkamaz… Hiç kimse! Şimdi söyle, istediğin nedir?”

Reenkarnasyon varsa bu adam Napolyon.

“Bilmiyorum, bunu değil.”

Sadece hayatta kalmak ve çiftleşmek neyimize yetmez bilmem.

Dönüp baktılar. Sırtıma bir çimdik yedim. Bu kez içimden söylememişim onu fark ettim.

“Bütün türlere yetiyor da bize niye yetmiyor? Yok ya, merak ettim sadece…”

Hala tuhaf tuhaf bana bakıyorlar. Allah, Allah. Ayı mı oynuyor?

“Yaşadığımız hayata bakın. Uyumak değil, yemek yemek değil, sevişmek değil, tamam onları da yapıyoruz ama hep başka bir şeylerin peşindeyiz. Bir açlık var bizde, bir açık, bir kusur. Evrimde bir yerde bir halka kopmuş, ne bileyim, bir ucumuz açık kalmış, bir şeyler olmuş işte… Bir açık ki bilmemkaç milyon yıldır büyüdükçe büyüyor.”

Ayağa kalktım. “Sizi bilmem,” dedim. Sesim boğuk çıkıyor, biraz da hırıltılı. Genzimi temizledim, geçmedi. “Ama ben ne istediğimi biliyorum.” Gökçe de ayağa kalktı, omzumu sıkıyor. Bastırıp beni oturtmak ister gibi. Ama gerçekten biliyorum. O kadar büyük bir kesinlikle, o kadar büyük bir kararlılıkla biliyorum ki, kanım damarlarımda zonk zonk zonkluyor. Bütün bunlar saçmalık. Vakit kaybediyoruz, şimdiye kadar sadece vakit kaybettik. Tek bildiğim bu, artık kaybetmemeliyiz. Döndüm. Şimdi istiyorum, hemen. Gözümün önünde sadece o var. İstediğim tek şey, bütün engellerden, kılıflardan, tüm boğucu gebertici şeylerden kurtulmam lazım. O da kurtulsun. Sonra da sarılıp yatmak istiyorum. Kollarımla bacaklarımla sarılıp, yüzümü etine gömüp…………………. Acıdı…

“Neydi bu?”

“Morfin. Böyle bir şey olmasından korkmuştum. Ama o kadar emindi ki…”

“Neyden?”

“HOM’dan. O kadar emindi ki. Kusursuz olduğundan emindi. Sanırım.. ben de emindim. Sonuna gelmiştik, anlıyor musunuz.. Ötesi yoktu. Uluslar arası sağlık arşivi kayıtlarının şifresini kırdı.Veri bankasına programını yerleştirdi. Programı orada çalıştırdığı zaman, bunu başardığına inanamadık. Ama yaptı. Süperdi….”

“Ne programı?”

“Simülasyonuna veri sağlamak için yaptığı bir program. Kusursuz DNA’yı deneme yanılmayla bulmak imkansızdı. Parametrik çalışma yapmak için parametrelerin bilinmesi gerekiyordu. O da bir nöral ağ taslağı hazırladı, ama kriter vermedi, program kriterleri kendi belirleyecekti. Çok fazla veri lazımdı, o da işte, arşive soktu. Program oniki milyar kişinin kayıtlarını işledi, genetik yapılarını, hayat boyu yapılan tüm tahlillerini, işlerini, sabıkalarını, vücut ölçülerini, hobilerini, fobilerini, alkol tüketim alışkanlıklarını, trafik cezası kayıtlarını… her şeyini. Kusursuz DNA modelini çıkardı. Ben de sentezledim. Sonra HOM’u E’ye yükledik.”

“Bir dakika… HOM nedir? E nedir?”

“HOM onun programına verdiğimiz addı, DNA tasarım programı. E de benim virüsüm.”

“Sentetik DNA’yı virüsle mi gönderecektiniz? İşe yaramaz ki? Her türlüsü denendi. Kontrol altında tutulması imkansız.”

“Herhangi bir virüs değil. Bunu kendimiz yaptık. HOM’un ilk harikasıydı. Basitti tabii, sadece boyut, işlev ve yaşamsal özelliklerini minimize ettik. HOM bize genetik yapısını tasarladı. Onu bir virüse verdik, üçüncü nesilde hala mutasyona uğramamıştı, çünkü çok basitti. Sadece taşıyıcıydı, ve oksijenle çoğalıyordu. Bu yüzden hemoglobinlere yöneliyordu, ve taşındığı sürede çoğalıyordu ama kontrollü olarak çünkü kan hücrelerindeki oksijen miktarı sınırlıydı ve oksijen sarfiyatı bir seviyeye düştüğü anda kendini korumak için çoğalmaya son veriyordu. Hemoglobinler arasında aktarılıyorlardı, hem de inanılmaz bir hızla. Bir anda bütün organizmaya yayılacaklardı ve hiçbir zararları olmayacaktı. Hafif bir nefes darlığı dışında hiçbir etkisi olmayacaktı. Çekirdeğe girene kadar. Sonra oksijensiz kalıyordu, ilk işlevini yani bölünmeyi yerine getiremediği anda ikinci işlevine dönüyordu. Yani sadece taşıdığı genetik yapıyı hücreye aktarıp yok oluyordu. “

“İnanılmaz…”

“Evet, inanılmazdı. Tek bir sorun bile yoktu. DNA vardı, taşıyıcı sistem de hazırdı. Tek eksik…”

“Bir denek.”

“Hayır, bir doktordu. O hiçbir terslik olmayacağından emindi, ama ben değildim. İşler ters giderse, vücutta olanları tanımlayacak, belki geri döndürecek birine ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum.”

“Hangi vücutta?”

“O işte. Osman. Virüse DNA’yı yükledik. O da kendine verdi…”

“Nasıl?”

“Enjektör diye bir şey biliyor musun doktor?”

“O kadar basit ha…”

“Evet. O kadar basit.”

“…….”

“Ne zaman oldu bu?”

“On beş gün oluyor.”

“Neden bana hiçbir şey söylenmedi?”

“Çünkü bu bizimdi… Her şeyi biz yaptık.”

“Ama bu benim projem!!! ”

“Ama bizim hayatımız!” Gökçe kalktı, soğukkanlılıkla… “Olmadı,” dedi. “Denedik, olmadı. DNA kusursuz değilmiş. Artık geri alınamaz değil mi?” Doktor başını salladı; “Hayır.”

“Ne yapacağız onu?”

“Bilmem, burada ne kadar tutabiliriz, ya da nereye bırakabiliriz bilemiyorum? Sizin aklınıza bir şey geliyor mu Hocam? Kahretsin, her şey boşa gitmiş olamaz. Belki virüs hala bir işe yarayabilir. Belki hala kusursuz DNA’yı bulmak için bir şeyler deneyebiliriz. Ne dersin doktor?”

“Bilemiyorum,” dedi Arif. “Hiçbir şey bilmiyorum. Kusursuzun nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz ki?”

GÖZDE GENÇ

Şubat 2006