rafet arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rafet arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sineklerin Tanrısı

Rafet Arslan

Çocukluk hep masumiyetle anıla gelmiştir, örneğin çocuklara karşı işlenen suçlar toplumda derin infial yaratır. Benzer bir suç yetişkin birine karşı işlendiğinde, karşılığı gazetelerin 3. sayfa haberleridir. Çocukların işlediği küçük suçlara hoşça bakılır; büyük bir suç işlediklerinde ise toplum sert bir özeleştiri sürecine girerek günah çıkarır. Toplum, çocukları sevmeyen, onlarla anlaşamayan yetişkinlere de hoş gözle bakmaz.

Post-modern dünyada şiddet ve suça bulaşma yaşının gitgide düşmesi, uzmanları en çok meşgul eden sorunların başında gelmektedir. Oysa bu konudaki bilimsel ve felsefi araştırmaların tarihi çok eskidir, fazla derine inmeden (aydınlanma çağından itibaren) çocuklar üzerine yapılan çalışmaları kısaca analım. J. Rousseau, insan yavrusunun hür doğduğunu ama dış çevrenin onu zincire vurduğunu ileri sürer. Robert Owen, çocuk eğitiminin önemine vurgu yaparak, dünyanın ilk ana okulunu kurmuştu. Marx ve Engels “Kutsal Aile”nin ipliğini pazara çıkardılar. Freud, ”Oidipus kompleksi” tespiti ile çocuk gelişimine ilişkin radikal görüşler sundu. Lacan, Freud’un kuramına “ayna evresi” dönemini ekledi. Althusser, Oidipus’u ailenin ideolojisi olarak nitelendirerek, aileyi “devletin ideolojik aygıtlarından” biri saydı. Focault, iktidarın özneyi çocukluktan tahakküme aldığının altını çizdi.

Bu çalışmalarda ortaya çıkan en önemli paradoks, insanın doğuştan gelen bir doğaya sahip olup olmadığıydı. Bu konu, Jung’un toplumsal bilinçdışı araştırmalarından, genetik bulgulara kadar geniş bir alanda tartışıla geldi. Yine Freud’a göre her insanın içinde sevgiyi temsil eden Eros, ölüm ve yıkıcılığı temsil eden Tantalos güdüleri vardı.

Burjuva toplum bir çeşit savunma refleksi ile yeni suçluların oluşumunu engellemek için sevecen aile ortamına, küçük yaşta eğitimin başlamasının gerekliliğine ve gelişim psikolojisine vurgu yapa geldi. Ve de bu yaklaşımı her türlü yozluğa kapılarını açmasına rağmen sürekli muhafazakar değer yargıları ile açıkladı.

Oysa; bugün çocuklar Afrika’da açlıktan, Irak’ta Filistin’de kirli savaştan ölmektedir. Uzakdoğu sanayisini çocuk emeği sömürüsü üzerinde yürütmekte, Tayvan ise dünyanın çeşitli yerlerinden gelen para babalarının çocuk bedenleri satın aldığı bir pislik yuvasına dönüşmüş durumda. Artık, her isteyen birkaç tuşa basarak çocuk pornografisine ulaşabilmekte. 21.yy’ın başında gördüklerimiz, iki yüzlüce oynanan bu oyunun yarattığı utanç tablosudur.

Ülkemiz ise Antep’in baklava çalan çocukları, Manisa’lı işkence mağdurları, tinerci çocuklar örneklerinde olduğu gibi, bu sorunları pedagoglara değil, adli makamlara devretmiş durumda. Tüm bu tablo uygar olarak nitelendirdiğimiz dünyanın iki yüzlülüğünü yürek acıtarak ortaya koyuyor. Tek kutuplu global dünya, uygarlığın bağrında vahşeti, iğrençliği büyütmektedir. William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı da tam bu noktadan önemini 50 yılı aşkın zamandır kaybetmemiştir.

Geçmişte değişik yayınevlerince birkaç kez basılan bu romanın son baskısı, 2001 yılında İş bankası yayınları tarafından yapıldı. Kitabın çevirisini ise İngiliz edebiyatına uzmanlığı ve temiz türkçesi ile bir kaç sene önce yitirdiğimiz Mine Urgan yapmış. Ayrıca Urgan, kitabın başına önsöz olarak romanla ilgili güzel bir deneme eklemiş. Roman soğuk savaşın, sıcak savaşa dönüştüğü karanlık bir gelecek portresi sunar. Atom bombalarının kullanıldığı bu korkunç savaştan kaçırılmak istenen bir grup İngiliz çocuğu taşıyan uçak okyanustaki bir ada üzerine düşer. O güne kadar uygar dünyada yetişkinlerin kontrolünde büyüyen 6-14 yaş arası çocuklar adada kendi kendilerini idare etmenin yolunu ararlar. Atak kişilikli Ralph ve Jack liderlik için yarışırlar. Kazanan tüm çocukların arzu nesnesi haline dönüşen büyük deniz kabuğunun sahibi Ralph olur. Fakat barınaklar yapmak, sürekli ateş yakarak kurtarılmak için sinyal vermeğe uğraşan Ralph’a karşı avlanmayı merkeze alan Jack liderlik hevesinden vazgeçmez. Bu iki çocuk ve onların savunduğu değerler arasındaki gerilim romanın sonuna kadar devam eder.

Sineklerin Tanrısı, dönemin ruhunu yansıtmayı başarmış bir eser olarak defalarca birçok dile çevrilmiştir. İkinci dünya savaşı ve atom bombası yıkımı ardından, çocuk savaş paranoyalarının gündemin merkezine oturduğu bir dönemde yazılan roman, Golding’in sade, anlaşılır ama etkileyici kalemiyle nobel ödülüne layık görülmüştür. Ayrıca eser birçok defa beyaz perdeye aktarıldı. Golding bu ilk romanın başarısı ardından uzun ömrü boyunca (1911-1993) 10 roman daha yazdı. Bu romanlardan sadece insansı maymunların dünyasında geçen “The Inheritos” yazarın Sineklerin Tanrısı gibi bilimkurgu sanatı içinde yer almaktadır. Yazarın, Kule ve Çatal Dil romanları da İş bankası Kültür Yayınları baskısı ile kitapçı raflarında bulunabilir.

Sineklerin Tanrısı, Kumsalda, Hiç Çimen Yok gibi soğuk savaş ve atom tehlikesinin öne çıktığı kara ütopyalar arasında yer alır. Fakat uygarlık sonrası vahşete dönen kahramanlarının çocuklar olması sayesinde çok daha geniş kesimlerce dikkate alınmıştır.

Biçimsel açıdan Golding anti tezini yazmaya soyunduğu R.M. Ballentyn’ın Mercan Adası romanının çocuklara yönelik yazıldığını unutmuş gibidir. Çünkü Sineklerin Tanrısı konu itibarı ile yetişkinlere yönelik yazılmış bir kara ütopyadır. Ve de böyle bir yapıtın okuru romandaki kişilerin karakterlerinin ete kemiğe bürünmüş olmasını bekler. Oysa Golding’in romanı okura bu derinliği sunmada başarısız kalır. Roman iki zıt karakterli çocuk arasındaki gerilimi, kolayca uygarlık ve vahşilik arasında simgesel bir karşıtlığa çevirmesi ile etkisini zayıflatıyor. Golding’in açık rollere soyunan simgesel özneleri, gerçekte çocukların basit düşündüğü kanısında olan önyargılı bakış açısıyla özdeşleştirilebilir. Oysa çocukların basit, kolay anlaşılır duruşları büyükler gibi savunma mekanizmalarıyla donatılmamış olmanın açık sözlülüğündendir. İçinden geçeni en açık yürekle dışa vuran bir patavatsızlıktır bu. Yaşam koşullarının standartlaştırdığı yetişkinlere göre çocuklar yenilikleri, düş gücünü ve özgürlüğü daha çok önemserler.

Roman, Ralph’ın neden uygarlık değerlerine bağlı kalıp, savunuculuğunu yaptığının ipuçlarını okura sunmakta. Orta sınıftan uyumlu bir ailenin çocuğu olan Ralph’ın uygar geçmişle olan bağları kuvvetlidir.

Oysa çok net bir biçimde kötücül tarafı temsil eden Jack’ın geçmişi ile ilgili bir bilgi okura verilmez. İlkel güdülerine teslim olmasına kanıt olarak, askeri disiplin ile idare ettiği kilise korosu ortamı ile yetinmek zorunda kalırız. Tek tip kıyafetli, koyu bir disiplinle sürüleştirilmiş kilise korosu, militaristleşmiş kurumları çağrıştırmaktadır. Jack’a göre “avlanmak için bir ordu” ya ihtiyaçları vardır. Fakat tüm bunlar Mine Urgan’ın aktarımıyla Jack’ın “küçük bir faşist, çekirdek halinde bir başbuğ” olmasının açıklamasını okura sunmaz.

Gerçi Jack’ın yaşadığı değişim bir anda gerçekleşmez. İlk karşılaşmalarında Jack domuzu öldüremez. Ardından, her öldürme eylemi, çocukları bir adım daha uygarlıktan koparıp, vahşileştirir. Freud Tevrat’ın “öldürmeyeceksin” emrini uygarlığın başlangıcı ile özleştirmiştir. Freud’a göre uygarlık bu tip yasaların toplumca kabulüyle kurulmuştur. Uygarlığın, kısıtlamaları temsil eden aile, okul gibi mekanizmalardan uzakta, çocuklar ilkelliğe kolayca dönerler. İlkel kabileler gibi, çocuklar yüzlerini boyayıp av şenlikleri yaparlar, canavarlara adaklar verirler. Korkunun ve şiddetin belirleyici olduğu yerde,”Ralph’a göre aklın egemenliği çöküvermiştir.” Varolduğuna inanılan canavara armağan edilen, kazığa geçirilmiş domuz başı, totemci ilkel toplulukların davranışları ile örtüşür. Bu tablo, iyi huylu ve akla inanan Simon adlı çocuğun sineklerin tanrısına dönüşen domuz kafası ile yaptığı hayali diyalog da iyice belirginleşir. Akla inanan Simon ve domuzcuklar adılı çocuklar, yarı kaza yarı kasti saldırılarla öldürülürler. “Yaşam bilimseldir” görüşünü savunan ve bir yetişkin gibi düşünebilen domuzcuk, şişman vücudu, miyop gözlükleri kadar doğruları cüretlice söyleyen aklı yüzünden, baştan beri tepkileri üzerine toplamıştır.

Sineklerin tanrısı, ıssız bir adada kötülükleri dünyamıza yaymaya devam ediyor. İlkelliğe dönüş özleminin bir çeşit modaya dönüştüğü günümüzde, Simon, domuzcuk gibi çocuklar yetiştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde vahşetin soluğu her an yanı başımızda.

KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞI

Suçu, bir karnaval yada bir sanat eseri olarak ele almak mümkün mü? Gündelik, sıradan işleyişinde mantığımız bu soruya genelde –hayır- yanıtını verecektir.

Ama bu soruya –evet- yanıtını verecek çarpışık akıl yürütmeler ve sıra dışı mantık düzenleri mutlaka vardır. Graham James Ballard’ın ki bunlardan biri, hatta ilk akla geleni olacaktır. 55 yıllık edebiyat (ve tabi ki BK) serüveninde Ballard hep sıradan, günlük akıl yürütme anlayışımız, mantığımız ve kodlarımız dışında zihinsel ve dilsel bir tuhaf diyalektik oluşturdu.

Kendine özgü vahşi mizahı, sıra dışı cinsel temaları ve şiddetiyle gerçek üstücülerin amaçladığı bilinç dışını ifşa etme çabasının takipçisi oldu. Daha 1962’de yayınlanan “Drowned World” (Batan Dünya) romanında kışkırtıcı, provatif bir söylemi benimseyerek klasik BK okuruyla arasında ki gerilimi başlatmıştı. Neredeyse tüm BK yazarlarının nükleer tehlike karşısında top yekün yıkımı engelleme yönünde eserler ürettiği bir süreçte, Ballard Drowned World ‘de yıkıma karşı savaşan değil, felaketle ittifak yapan bir karakter üzerinden romanını kurgulamıştı. Bu romanla klasik BK çevresinden, yaşam yada hümanistlik karşıtı gibi sert eleştiriler almıştı. Fakat 2. Dünya Savaşında toplama kampı, ardından tıp ve ordu dünyası gibi şiddete açık ortamlardaki yaşam deneyimleriyle yazım tarzını belirlemiş olan Ballard için, sıradan ahlaki iyi-kötü ayrımları çok fazla bir anlam ifade etmez. O hep modern gündelik hayatın gizlediği şiddet, cinsellik ve iktidar ilişkilerinin karanlık mikro dünyalarında gezinmeyi adet edinmiştir.

Ballard’la klasik BK çevresi arasındaki bu gerilim, günümüze kadar süre geldi. Sadece 1964’te Drowned Giant öyküsü ile Nebula BK ödülüne aday olsa da, klasik BK çevresinin hiçbir ödülüne Ballard layık bulunamadı. Zaten, “Crash” (Çarpışma) ile başlayıp, son 15 yılda yoğunlaşan geleneksel edebiyatla BK arasındaki duvarı yıkma ve geniş tabanlı bir BK söylemi yaratma çabası, klasik BK çevrelerini Ballard’ın “artık bir BK yazarı sayılamayacağı” sonucuna vardırdı. Ayrıntı yayınlarının 2001 yılı içinde ard arda bastığı “Cennete Koşu” ve “Kokain Geceleri” romanlarını BK referansı yerine “edebiyat” ibaresi ile yayınlaması, Ballard yazını konusundaki karmaşayı yansıtıyor. Ballard’ın provakatif ve ayartıcı bir mantık dizini ile kurguladığı “Kokain Geceleri”’nin temalarını ve BK mantığını, yine yazarın BK literatürüne kazandırdığı “iç uzay” ve “şimdiki gelecek” kavramları doğrultusunda ele alacağız.

-Suç ve Hazzın Ayartıcılığında-

Marki de Sade açığa vurduğundan beri, suç –iktidar- haz üçgeninin, burjuva toplumunun, tüm ahlaki söylemlerine rağmen içinde geliştiği gün ışığına çıkmıştı. Sistemin mantığı içindeki sosyologlar, psikologlar ise sürekli suçun kökeni mülksüz sınıflarda arayıp durmuşlardır. Pasolini , Bunuel, Lynch gibi sinemacılar ve birçok edebiyat eseri suçun gerçek kökeni ve onu oluşturan toplumsal ahlaki koşulları derinlemesine tahlil etmişlerdir. İngiliz yazar Antony Burges’in S. Kubrick tarafından da sinemaya uyarlanan BK klasiği “Otomatik Portakal” (Clockwork Orange) romanı suçun belli bir grup yada katmanda değil, tüm toplumdaki hakimiyetinin altını çizer (Suçlu- hükümet mekanizması , güçlü-güçsüz, zengin-fakir).

Ballard’ın “Kokain Geceleri”’nin kahramanı Prience ‘te ilk başta gelişen suç kültürüne ahlaki bir mesafeyle baksa da, sonradan suç-haz- iktidar formülünün “ayartıcı” çekiciliğine kendini kaptırır. Olaylar, sorunlu aile hayatında sürekli kardeşi Frank’e babalık yapıp, onun küçük suç ve hınzırlıklarının sorumluluğunu üstlenen Prience’in, kardeşi Frank’in otel işlettiği İspanya tatil şeridinde tutuklandığı haberini almasıyla başlar. Kardeşinin bir yanlışlık sonucu hapsedildiği ve onu bir an önce kurtaracağı düşüncesiyle yola çıkan kahramanımız, Estella Demar sahil şeridine geldiğinde işlenen suçun ağırlığı ile sarsılır. Ortada dehşetengiz bir zekanın kundakladığı bir villa ve beş ölü vardır. Ve Frank’in suçu üstlenmesi ile kaza yada intihar ihtimali gündem dışı kalmıştır.Bölgedeki herkes sakin bir insan olan Frank’in suçu itirafı, huzurlu bir kıyı şeridinde böyle bir suçun işlenmesi karşısında şaşkındır. Estella Demar, sakinlerini genç yaşta emekli olmuş Avrupalıların oluşturduğu bir tatil beldesidir. Tıpkı Ballard’ın “Yakın Geleceğin Mitosları” kitabındaki “Harika Vakit Geçiriyoruz” öyküsündeki gibi, Estella Demar’da kültür, sanat, spor, eğlence etkinlikleriyle içiçe bir yaşam hüküm sürmektedir.

Kahramanımızın, sakin görülen bu coğrafyada tanık olacağı saldırı, tecavüz, sabotaj, fahişelik, uyuşturucu trafiği gibi yeraltı faaliyetleriyle birlikte, cinayet üzerine şüpheleri artacaktır. Prience bir yanda cinayeti çözüp, kardeşini kurtarmaya çalışırken diğer yandan E. Demar’ın suçu bir gösteri sanatı haline getirmiş tuhaf insanlarının gizemli ve sapkın çekiciliğine kendini kaptırır. Diğer komşu ölü sahilleri kaplayan durgunluk aksine, Estella Demar’ı canlandıran şiddet, sex gibi aşırılıklar yakın geleceği kapsayan geniş bir alternatif toplum yaratmaktadır. Daha kitabın 20. sayfasında, Frank cezaevi görüşmesinde abisine “Burası Avrupa’nın geleceği, çok yakında her yer burası gibi olacak” der. Romanın akışında Estella Demar’ın geleceğin çehresini bugünden oluşturup, sürekli yayılan bir mikro laboratuar şeklinde ele alınır. Gelişmiş dünyanın hükümetlerinin, insanları neredeyse hiç çalışmayacak şekilde teknolojik bir yaşamın durgunluğuna, ölgünlüğüne bırakmasına karşı “Gelecekteki tüm boşta gezer toplumların bir prototipi” halini almıştır. Ballard dil, ideoloji gibi büyük söylemlerin ölümünün ilan edildiği post-modern çağa uygun olarak geleceği değil , geleceğin nüvelerin bugünden oluşturan bir suç imparatorluğunun gelişimini aktararak, farklı bir Bilim Kurgu mantığı oluşturmaya çalışır.

Sanat ve suçun iç içe ilerleyişinde , uygarlığı geliştiren insanları ölü uykusundan canlandırıp harekete geçiren sapkın bir çekicilik vardır. Herkes benzer günahları kendi zihninde işleyerek görünmez suçlar işler. Önemli olan, insanların içlerindeki karanlık yaratacalığı tetikleyip, öne çıkarmaktır. Estella Demar’da bu işi üstlenen tenisçi Boby Crawford’dur. Küçük yaşlarda babasının kayış dayaklarından haz alıp, onu suçlamayan Crawford genç yaşta militarizmin işkence ve rüşvet dolu kokuşmuş dünyasında, mazoşizmin ardından sadizmin hastalıklı zevkini alır. Estella Demar’daki suç sendikalarıyla ilişkiye geçtiğinde o zaten haz-suç-iktidar üçgenini kanıksamış ve diğer insanları sanat, spor ve suçla uyandırmaya hazır haline gelmiştir.

Ballard, romanda sık sık gönderme yaptığı Kafka ‘nın Dava’sının sanığını “harikalar ülkesine” göndererek, suçluluk duygusunu bertaraf eder. Bir gizemli polisiye atmosferiyle “near future-yakın gelecek” BK ‘sunu birleştirerek, çarpıcı bir anlatım yaratan romanın sırrı ve heyecanı 309 sayfa boyunca devam eder.

Ballard’ın romanı 11 Eylül sonrası suçu, şiddeti ve saldırganlığı; ezilmişlere, mülksüzlere, cahil bırakılmışlara yükleyip, “sonsuz adalet” çığırtkanlığı yapan kesimlere bir cevap teşkil eder. Suçu mülksüzlere yıkıp, “medeniyetler çatışması” gibi ucube görüşlerin teorisini yapan egemenlere, suçun gelişkin burjuva toplumdaki köklerini hatırlatır. Tıpkı Stephen King’in, 11 Eylül sonrası okullarında katliam yapan wasp kökenli öğrencilerin, ikiz kuleleri yok etme planları yaptıklarını hatırlatması gibi. Marx’ın söylediği gibi burjuva dünyanın karabasanları, onun gün ışığı altındaki hayat tarzından kaynaklanmaktadır.

RAFET ARSLAN