“Evet efendim.”
“Ne olur, söyle bakalım.”
“Ölürler, efendim.”
“Doğru, iki yüz otuz sekiz. En iyi ihtimalle, ölürler. Şimdi bana doğru söylemeni istiyorum. Bu çok önemli iki yüz otuz sekiz, çok önemli. Ailen için, sağlığın için, hayatın için, şu anda bundan daha önemli hiçbir şey yok! Ne kadar önemli olduğunu, sadece senin için değil, sana değer veren, senin için hayatlarındaki her şeyi feda eden insanlar için de bunun ne kadar önemli olduğunu biliyorsun değil mi, iki yüz otuz sekiz? Pekala, sana güveniyorum, şimdi söyle bakalım… Hiç aşıdan kaçtın mı?..”
Grip aşısı İÖ 21 yılında İngiltere’de keşfedildi. Kısa zamanda bütün dünyada kullanılmaya başlandı. İS 2 yılında Amerika’da geliştirilen burun spreylerinin grip aşısı olarak kullanımı onaylandı. İS 6 yılında piyasada buluna grip aşıları üç tip virüs içeriyordu. Uzmanlar grip virüsünün sürekli kendini yenilediğini, o yüzden aşının da her yıl yenilendiğini ve tekrarlanması gerektiğini belirtiyorlardı. Yine de grip aşısı daha çok gelişmiş ülkelerde ve ancak gelir seviyesi yüksek bir kesim tarafından kullanılıyordu.
İS 12 yılında dünyayı kasıp kavuran büyük salgın 1 800 000 kişinin ölümüne neden oldu. İS 13’te rakam 6 000 000’un üzerine çıkmıştı. Virüs artık o kadar hızlı değişiyordu ki gerekli önlemler alınana kadar salgın vebanın rekorunu kırmıştı. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri savunma bütçelerinin yarısından fazlasını virüs araştırma merkezlerine aktardılar. Ama aşının kusursuz hale getirilmesi yine de dört yıl aldı. İS 17’de aşı yasası anayasaya eklendi.
Yasaya göre herkes aşı merkezlerinde aşılanmak zorundaydı. Kişilerin aşı karnesini sürekli yanında bulundurması ve her sorulduğunda yetkili ekiplere göstermesi zorunluydu. Aşı karnesi olmayan veya eksik olanlar derhal gözaltına alınacak ve yaşamları boyunca karantina bölgelerinde tutulacaklardı. Gribin bıraktığı kısmen kalıtsal hasarlar düşünülürse bu kişiler toplum sağlığı için büyük bir tehdit oluşturuyorlardı. Bu yüzden nüfuslarının kontrol altında tutulması gerekliydi. Yaşadıkları sürece faydalı olabilmeleri için de karantina bölgelerinde uygun iş sahaları ve yaşam koşulları oluşturuldu.
Çocukları için aşı karnesi çıkaramayan veya aşı vergilerini ödeyemeyen kişiler çocuklarını devlet yetiştirme merkezlerine getirebiliyordu. Doğumdan sonra ilk altı ay içinde veya son aşısından itibaren dokuz ay içinde bu merkezlere getirilen bebekler ve çocuklar muayene ediliyor, sağlıklı olanlar seçiliyor, aşılanıyor ve iyi bir meslek sahibi olacak şekilde yetiştiriliyorlardı. İkiyüzotuzsekiz merkeze getirildiğinde altı yaşındaydı. Aşı karnesi vardı. Annesi ve babası ise son bir yıldır kaçaktı, onu merkeze teslim ettikten sonra karantina bölgesine gönderildiler. İkiyüzotuzsekiz onları bir daha göremedi. Merkeze ayak bastığı gün bir yemin etti ve hiç unutmadı.
İkiyüz otuz sekiz burada işlerin nasıl yürüdüğünü çok çabuk öğrendi. Göze batmamak gerekiyordu. Ne kadar sıradan olunursa o kadar iyiydi. İki sınıf geriden başladı ve açığını dört senede kapadı. Kimsenin gözüne batmadan, kimsenin gözdesi de olmadan, sadece listede bir sayı olarak kalmayı bildi. Her zaman olması gereken yerlerde tam zamanında oldu, hiç bir zaman sınıf birincisi olmadı, hiçbir zaman kötü not almadı, asla göze batacak bir davranışta bulunmadı ve yeminini ne pahasına olursa olsun yerine getirdi. Uğruna buraya kapatıldığı o aşıları asla olmadı.
Kimya laboratuarından çaldığı biraz parafini hep yanında taşıdı. Kimseye göstermedi, kimseye tek kelime söylemedi, ve her aşı kuyruğunda o her iki burun deliğinin içi tümüyle parafinle kaplanmışken usulca ağzından nefes aldığını kimseye farkettirmedi. İkiyüzotuzsekiz birinci kademeyi yaşıtlarıyla birlikte bitirdiğinde ve hayata atılmasına dörder yıllık iki kademe kaldığında, yani tam dört yıldır, bir tek aşı bile olmamıştı.
İlk aşısı burnuna püskürtülüp aşı karnesi damgalandıktan sonra hemen tuvalete gitmedi. Gerçekten çişinin gelmesini bekledi. Tuvalette oturup dikkatle mum tabakasını burnundan çıkarırken sadece burnunu karıştırıyormuş gibi görünmeye çok özen gösterdi. Kameralar her yerde olabilirdi. Parmaklarında aşının bıraktığı nemi hissettiğinde bir an buz gibi oldu. Ölecekti.
Sonra dört ay bekledi, geceleri soğuk terler dökerek, gözlerini kapattığında annesini babasını düşünerek ve kendisini çeşitli korkunç şekillerde ölürken hayal ederek bekledi. İkinci aşı sırası geldiğinde geçen altı ay içinde bir kez bile ateşlenmemişti. Yine burun deliklerinin içini mumla kaplamış halde sırada beklerken kendini garip hissetti. Ölmekten korkmadığı için mi yoksa ölümden kurtulduğu için mi bu kadar gururlandığını bilmiyordu ama, kendisini bir kahraman gibi hissediyordu.
Birinci kademeden mezun olup başarı belgesini aldıktan bir hafta sonra, aşı kuyruğunda beklerken o kadar damarına basılmasaydı, asla açık vermezdi. Sırrını açığa vurmak isteyeceği en son şeydi. Olmayacağı aşının sırasını başkasına kaptırmak da umrunda değildi aslında. Yüzseksenbir ondan bir baş uzun ve en az yirmi kilo ağırdı, neden buydu işte, kimsenin kendisini itip kakarak sindirebileceğini düşünmesine izin veremezdi, bir anda gözü döndü. Olduğu yerde zıplayıp tüm ağırlığıyla çocuğun ayak parmaklarının üstüne indi, bir fil gibi bağıran Yüzseksenbir’in dirseğini derhal suratına yedi ve bayıldı.
Gözlerini açtığında revirdeydi. Daha doğrusu orada olduğunu sandı. Doktor başındaydı. Her yerini kaplayan şeffaf bir giysi giyiyordu. “Burnun kanadı, ikiyüzotuzsekiz.”
Elini burnuna götürdü, burnunda tamponlar olduğunu dehşetle farketti. Mumu hala duruyor muydu?
“Durumun ne kadar ciddi olduğunu anlıyor musun ikiyüzotuzsekiz? Bana söylemek istediğin bir şey mi var?”
“Hayır efendim?”
“Ama benim sormak isediğim birkaç soru olacak.”
Doktorun elindeki cımbızın ucunda iğrenç bir şey vardı. Kanlı, çirkin, paçavra gibi bir şey. Sırtından soğuk ter boşaldı. Sırrını keşfetmişlerdi. Dört senedir bir aşı merkezinde aşısız dolaştığı anlaşılırsa neler olacağını hayal etmeye çalıştı. Belki de onu karantinaya gönderirlerdi. Annesiyle babası hala hayatta mıydı? Kendi aşılar olmadan yaşamayı başarmıştı ama ya onlar? Hem aynı yere gönderilecek miydi? Orası nasıl bir yerdi?
“Her iki burun deliğini neden mumla kapladın iki yüz otuz sekiz?”
“Ben, korktum efendim...”
“Neden?”
“Aşıdan, efendim, korktum. Geçen sefer genzime kaçtı, çok yandı.” Uyduruyordu, ama bazen, özellikle ilk kez aşı olanların acıdan ağladığını görmüştü.
“Daha önce de bunu yaptın mı iki yüz otuz sekiz?”
“Hayır efendim, ilk defa, sadece yanan yer yine acımasın diye oraya koymuştum, ama zaten söyleyecektim.”
“Pekala iki yüz otuz sekiz. Söylediklerinin doğru olup olmadığı anlaşılana kadar karantinada kalacaksın. O zamana kadar bu kapı kilitli kalacak. Yiyeceklerini, normal yemek saatlerinde şu bölmeden alacaksın. Biraz sonra Müdür Bey seninle konuşacak. O geldiğinde şuradaki mikrofonu kullanacaksın.”
“Cezalı mıyım efendim?”
“Hayır, şimdilik sadece karantinadasın.”
Rüyasında müdürün sesini duyuyordu, camın arkasındaki koskoca yüzü gözünün önünden gitmiyordu. Ölüyorsun iki yüz otuz sekiz! Seni kurtaramıyoruz. Doğru söyle! Hiç aşıdan kaçtın mı? Söylersen seni kurtaracağız! Seni kurtaracağız!” Ter içinde ve nefes nefese uyandı ğında kendisini seyreden bir çift gözle karşılaştı. O kadar korkmuştu ki şaşırmadı. “Seni kurtarmaya geldik. Anladın mı?” Başını salladı. “Kalk,” denince kalktı. Emirler kısa ve netti, harfi harfine yerine getirdi. Şunları giy. Tam şurada dur. Bekle. Kımıldama. Çık dediğimde dışarı çıkacaksın.” Kısa tok bir ses duydu. Battaniyeye sarılmış ağır bir topun düşmesi gibi. “Tamam, şimdi buradan çıkıyoruz. Ben ne dersem hemen yapacaksın.” Kapıyı açtı. Onu zayıf ışıkta görünce ikiyüzotuzsekiz çok şaşırdı. Buyurgan sesin sahibi çok zayıf, kısacık bir çocuktu, kendisinden en fazla üç dört yaş büyük olmalıydı. “Koş!” İkiyüzotuzsekiz koştu, ona saatlerce koşmuş gibi geldi ama sadece bir dakikaydı. Arkasından aynı tok düşme sesini iki kez daha duydu ama durmadı. “Atla!” Duraksadı. Koridorun sonunda, önünde açık bir kare vardı. Hızını kesti, ne kadar derin olduğunu bilmeden atlayamazdı, yavaşlamasıyla arkasından bir darbe yedi, ama bunu duymadı bile, farkettiği tek şey büyük bir hızla savrulduğu oldu, elleri ve yüzüyle pürüzsüz duvara yapıştı, gerisini hiç bir zaman hatırlayamadı.
Ne kadar zaman sonra kendine geldiğini bilmiyordu. Bir sedyedeydi. Dar bir tünelde iki kişi onu taşıyorlardı. Öndeki konuşunca, çok iri olmasına rağmen onun bir çocuk olduğunu anladı. “Hey yüzyetmişdört, baksana uyanmış mı? İki büklüm yürümekten sırtım ağrıdı.” Daha geriden gelen sesi ikiyüzotuzsekiz hemen tanıdı, “Sayı söylemek yok demedik mi, salak herif,” bu kendisini kaçıran çocuktu. Yattığı yerde biraz düşündü, kaçırılmıştı. Neden? Bu çocuklar onu nereye götürüyorlardı? Arkasında patlayan şey neydi? Neler oluyordu? Hiç bir şey düşünemiyordu. Öndeki yine oflayınca düşünmeyi bırakıp ses çıkarmaya karar verdi. “Uyandım,” diye seslendi. Aynı otoriter ses derhal cevap verdi. “Tamam, herkes başının çaresine bakabilir. Sedyeyi burada bırakabiliriz. İzolasyon tulumları kimde? Aman onları unutmayalım!” Yarım saat süründükten sonra tünelin ucundaki bir açıklığa vardılar.
İkiyüzotuzsekiz karşısına oturan çocuğu inceledi. Küçük bir suratı vardı, benzi çok soluktu. “Sana bir ad vermeliyiz, adını hatırlıyor musun?” İkiyüzotuzsekiz başını salladı. “İyi, şimdi söyleme. Ben de sana adımı daha sonra söyleyeceğim. Önce konuşmamız gereken şeyler var. Kaçıyoruz. Bunu anlamışsındır. Bizimle birlikte şu an kaçmakta olan yirmi dokuz kişi daha var. Farklı yollardan kaçıyoruz. Başaranlar buluşma yerinde toplanacak. Buluşma yerimiz oldukça uzak, bizi zor bir yolculuk bekliyor. Doğrusu senin yakalanman her şeyi hızlandırdı. Aslında kaçmamıza daha birkaç ay vardı, henüz herşey kusursuz değildi. Ama riski almaya değer olduğunu düşündük. Şimdi hemen öğrenmem gereken bir şey var çocuk. Gerçekten aşısız mısın?”
“Dört senedir.”
Adını söylemeyen çocuk alçak sesle kısa, vahşi bir kahkaha attı. “Süper!”
İkiyüzotuzsekiz’in aklında bin tane soru vardı ama nereden başlayacağını bilemediği için sustu.
“Bak şimdi oğlum. Sana her şeyi anlatacağım. Yakalanırsan konuşursun, ve bu hepimizin sonu olur. Bu yüzden kaçanlardan hiç biri bunları tümüyle bilmiyor. Ama riski almak zorundayım, çünkü kurtulan tek kişi sen olursan sonuna kadar gitmen gerekir. O yüzden sana her şeyi anlatacağım. Buradan kaçıyoruz. Çünkü Merkez büyük bir kandırmaca. Bizleri kobay olarak kullanıyorlar. Hastalığı kendileri yaratıyorlar. Karantina bölgesine ulaşmamız ve bunu anlatmamız lazım. Biri bunu yapmalı.”
“Nereden biliyorsun?”
“Son kademe eğitimde başarı terfisiyle immünolojiye aldılar beni. Ama önceden teknisyen kadrosundaydım. Yani kültür laboratuarında çalışıyordum. Ne yapıldığını biliyordum ama neden yapıldığını bilmiyordum. Ama şimdi biliyorum. Hastalık virüsü doğal olarak mutasyona uğramadan önce olası tüm mutasyonları gerçekleştiriyorlar. Yani virüsün doğal ortamda değişmesini beklemeden, tüm değişik virüsleri yaratıyorlar, ve bizi her birine karşı aşılıyorlar. Bundan dört yıl önce sadece yedi çeşit grip virüsüne karşı etkili bir aşı vardı. Şimdi ise yüz üç. Ve hepsini kendileri yarattılar. Virüs soğuk, sıcak, radyoaktif, veya oksijensiz ortamlarda çoğaltılıp her türlü mutasyona uğratılıyor. Anlıyor musun? Hastalıkları yaratıyorlar. Mutantlar üzerinde çalışan doktorlar sadece virüs kendiliğinden mutasyona uğramadan aşısını geliştirmek için çalıştıklarını sanıyorlar. Ama yarattıkları hastalıkların ne kadar korkunçlaştığının farkında değiller. Bizler sürekli gelişen bir hastalığa bağışık ve aynı zamanda o hastalığı taşıyan bir nesiliz. Bu işin sonunu tahmin edebiliyor musun?”
“Hayır?”
“Ben de edemiyorum. Kimse edemez. Bunu başlatanlar bile.”
“Peki ne yapacağız?”
“Bilmiyorum. Buna kendimiz karar veremeyiz. Ama insanlar neler olduğunu bilmeli. Karantinadakiler bize yardım edebilir. Onlar neler olduğunun farkına varırsa bir şeyler yapabilir. Çünkü orada hala çok fazla insan olmalı. Sana onun için ihtiyacımız var.”
“Ne için?”
“Bak. Buradan istediğimiz zaman kaçabilirdik, burası eski bir askeri üs, yeraltında sığınaklar ve depolar var, biz haritasını çıkardık, buradan nasıl çıkacağımızı biliyoruz. Kaçmaya karşı sıkı önlemler yok, çünkü çocukların kaçmayacaklarından eminler, herkes karantinaya alınmaktan korkuyor ve kaçanların gidecek yeri yok. Tabii bizim için durum farklı, bizim bir amacımız var, aşılarımız buradan kaçtıktan sonra karantina bölgesine varana kadar bizi korumaya devam eder. Sonrası da umrumuzda değil. Ama en büyük korkumuz aşısız insanlarla iletişim kuramamaktı. Tulumları o yüzden çaldık ama sadece dört tane ve tüpleri yok… Karantina bölgesinde durumun ne olduğunu bilmiyoruz. Aldığımız virüslerin bazılarının taşıyıcısı olabiliriz, bunların solunum yoluyla yayılması olasılığını düşünüyorduk. Ulaşmayı başarsak bile karantina bölgesine girdiğimiz zaman herkesi öldürebiliriz. O zaman bize inanacak kimse kalmaz. Oysa şimdi sen varsın. Dört yıldır aramızda aşısız yaşıyorsun ve hastalanmadın. Ya hastalık artık solunum yoluyla bulaşmıyor, ya da sen her türlü mutasyon türevine bağışıksın. En azından hala doğal bir bağışıklık mümkün demektir bu. Her durumda, dışarıda sana ihtiyaç var.”
“Bana bunları o yüzden anlatıyorsun.”
“Evet, ne olursa olsun başarması gereken tek kişi sensin. Ne olursa olsun, oraya varmalısın, birilerini ikna etmelisin. Yoksa çok kötü şeyler olabilir. Bu iş böyle giderse, virüs günün birinde tümüyle kontrolden çıkabilir. Ya da hep kontrol altında tutulur ki bu belki de daha kötü. Aşı vergileri giderek artacak, hastalık giderek ölümcülleşecek. Karantina bölgelerinde hayat ne kadar devam eder bilemiyorum, sonuçta aslında sağlıklı olan onlar, ama devam etmesini istemedikleri anda yeni virüslerden ufak bir kokteyl atmaları yeter. Kimse bundan sorumlu olmayacak, çünkü zaten salgın tehlikesi yüzünden karantina altındalar. Anlıyor musun? Bunları anlaman çok önemli çünkü onlara anlatman gerekiyor.”
“Tamam.”
İkiyüzotuzsekiz bir süre düşündü. “Hangi karantina bölgesine gidiyoruz?”
“7. Bölge. En yakın karantina bölgesi o. Ama yolumuzu değiştirmek zorunda kalırsak, içimizden bir grup 5. Bölge’ye gitmeye çalışacak. Orası çok uzak, yolu kaybetme ve açlık riski var, ama kırsal kesimlerde yakalanma şansı daha düşük olacak. Deneyecekler.”
“Ben de 5. Bölge’ye gidebilir miyim?”
“Neden?”
“Annemle babam orada. Bana inanırlar.”
“Onları bulamayabilirsin, ve daha kötüsü, orada seni bekliyor olabilirler, biliyorsun değil mi?”
“Yine de denemek istiyorum.”
“Peki. O zaman sen şu iri çocukla gidiyorsun. Çok güçlüdür, ona güvenebilirsin, ama her şeyi söylemen gerekir, kendiliğinden hiç bir şey yapmaz. Ursus, yeni gelen sizinle gidiyor. Onu kolla tamam mı?”
İkiyüzotuzsekiz yanına gelen iri çocuğun kolunu tutup sıktı. “Beni taşıdığın için sağol,” sonra geri döndü, “Sana da teşekkür ederim, söylediklerini düşününce, herhalde beni ya hayat boyu incelemeye alacaklardı ya da öldüreceklerdi değil mi?”
“En iyi ihtimalle. Bölümde senin hakkında duyduklarım hiç hoşa gidecek şeyler değildi. Onun için acele ettik.”
“Başarırsak, adım…”
“Söyleme. Adını bilmesek daha iyi. Oraya gidene kadar kimseye söyleme. Sana tavsiyem, gerçek adını hiç kullanma, kayıtlarda olabilir.”
“Anladım, sen de bana söyleme…”
“Yoo, buradaki çocuklar bana K der. Bilmende sakınca yok. 7. Bölgeye varana kadar yakalanmazsam sonrası önemli değil zaten, yakalanırsam da hiç değilse adımı hatırlayan birileri olur belki. Gerçi onu kendim seçtim, ben bebekken toplananlardanım. Neyse işte, ayrılma zamanı… Eğer ikimiz de başarırsak sen beni bulursun. Adım K. Dick.”