SABAH SAAT SEKİZ

Ray Nelson


“Uyanın.” dedi hipnozcu gösterinin sonunda deneklerine.

Sıradışı bir şey oldu.

Deneklerden biri bütünüyle uyanmıştı. Bu daha öne hiç olmamıştı. Adı George Nada’ydı ve ilkin olağan şeyler dışında hiçbirşeyin farkında olmadan, tiyatrodaki yüzler denizinin içinde göz kırpıyordu. Sonra, kalabalık arasında orada ve burada seçilen suratların, Etkileyiciler’in suratlarının farkına vardı. Tabii ki, bunca zamandır ordaydılar, fakat sadece George gerçekten uyanıktı, ve bu yüzden de sadece George ne için orda olduklarının farkına varmıştı. Herşeyi bir anda anlamıştı, ki buna eğer dışarıya herhangi bir işaret verirse, Etkileyiciler’in anında, önceki konumuna dönmesini emredeceği, ve onun da buna uyacağı gerçeği de dahildi.

Tiyatro’dan ayrıldı ve neon rengi geceye doğru atıldı, dünyanın hükümdarlarının yeşil, sürüngerimsi etlerini ya da çoklu sarı gözlerini gördüğüne dair herhangi bir belirtiden kaçınmaya dikkat ederek. İçlerinden biri “Ateşin var mı dostum?” diye sordu George’a. Ateşi verdi, sonra da ilerledi.

Sokak boyunca sıralanmış aralıklarda, George, Etkileyiciler’in çoklu gözlerinin fotoğrafları ve altlarına yazılmış “Sekiz saat çalış, sekiz saat oyna, sekiz saat uyu,” ve “Evlen ve üre” gibi çeşitli emirlerle kaplanmış afişler gördü. George’un gözleri, bir mağazanın penceresindeki bir televizyon setine takıldı, lakin tam zamanında başka bir yöne bakmayı başardı. Ekrandaki Etkileyici’ye bakmadığı zaman, “bu istasyonu izler durumda kal” emrine direnebiliyordu.

George, küçük bir yatak odasında kendi başına yaşıyordu, ve eve gelir gelmez yaptığı ilk şey de televizyon setinin bağlantısını kesmek oldu. Yine de, diğer odalarda komşularının televizyon setlerini duyabilirdi. Çoğu zaman sesler insanlara aitti, fakat bazı bazı, uzaylıların kibirli, garip bir şekilde kuş sesine benzeyen vıraklamalarını duyuyordu. Bir vıraklama “Hükümete itaat edin” diyordu, diğeriyse “Hükümet biziz”. “Biz dostuz, bir dost için herşeyi yapardınız, öyle değil mi?”

“İtaat edin!”

“Çalışın!”

Aniden telefon çaldı.

George ahizeyi kaldırdı. Karşı taraftaki Etkileyiciler’den biriydi.

“Merhaba” diye cıyakladı ses. “Ben Polis Şefi Robinson, denetimin için arıyorum. Sen yaşlı bir adamsın, George Nada. Yarın sabah saat sekizde, kalbin duracak. Lütfen tekrar et.”

“Ben yaşlı bir adamım,” dedi George. “Yarın sabah saat sekizde, kalbim duracak.”

Denetimci telefonu kapadı.

“Hayır, durmayacak” diye fısıldadı George. Niye ölmesini istediklerini merak ediyordu. Uyanmış olduğundan mı şüphe duyuyorlardı? Muhtemelen. Birisi onu farketmiş, onun, diğerlerinin tepki verdiği şekilde tepki vermediğini anlamış olabilirdi. Eğer George ertesi sabah saat sekizi bir dakika geçerken bile canlı durumda olursa, artık emin olacaklardı.

“Son için burada beklemenin bir faydası yok” diye düşündü.

Tekrar dışarı çıktı. Afişler, televizyon, geçen uzaylılardan gelen rastgele emirler onun üzerinde mutlak güce sahipmiş gibi görünmüyorsa da, yine de duyduğu, itaat etmek için; şeyleri, efendisinin görmesini istediği şekilleriyle görmek için ayartılmış olduğu hissi güçlüydü. Dar bir sokaktan geçti ve durdu. Uzaylılardan biri burda tek başına, duvara yaslanmış vaziyette duruyordu. George ona doğru yürüdü.

“Yürü,” diye hırıldadı yaratık, ölümcül gözlerini George’a odaklayarak.

George farkındalık tereddütü idrak edişini hissetti. Bir an için, sürüngerimsi kafa, sevimli, yaşlı bir sarhoşun suratının halini aldı. Tabii ki, sarhoş, sevimli olabilirdi. George bir tuğla aldı yerden ve tüm gücüyle yaşlı sarhoşun kafasına geçirdi. Bir anlığına, tüm resim bulanıklaştı, sonra da kafanın içinden mavi-yeşil kan fışkırdı ve kertenkele, seğirerek ve kıvranarak yere düştü. Bir an sonraysa ölmüştü.

George cesedi gölgelere doğru çekti ve üstünü aradı. Bir cebinde minik bir radyo, diğerinde ise garip bir şekilde biçimlendirilmiş bir bıçak ve çatal vardı. Minik radyo, anlaşılmaz bir dilde birşeyler söyledi. George radyoyu cesedin yanına koydu, fakat yemek aletlerini yanına aldı.

“Büyük ihtimalle kaçamam,” diye düşündü George. “Niye onlarla savaşıyorum?”

Ama belki de kaçabilirdi.

Ya diğerlerini de uyandırabilirse ne olurdu? Bu denemeye değebilirdi.

12 blok ötedeki, kız arkadaşı, Lil’in apartmanına yürüdü, ve kapısını çaldı. Lil, kapıya bornozuyla çıktı.

“Uyanmanı istiyorum,” dedi George.

“Uyanığım,” diye yanıtladı Lil. “İçeri gelsene.”

İçeri girdi. Televizyon çalışıyordı. Kapattı.

“Hayır,” dedi George. “Gerçekten uyanmandan bahsediyorum.” Lil bir anlama belirtisi göstermeksizin baktı ona, bu yüzden de, George parmaklarını şıklattı ve bağırdı, “Uyan! Efendiler uyanmanı emrediyor.”

“Kafayı mı yedin, George?” diye şüpheli şüpheli sordu Lil. “Kesinlikle gülünç davranıyorsun.” Lil’in suratına bir tokat attı George. “Kes şunu!” diye bağırdı Lil ise, “Sen bugün neyin peşindesin böyle tanrı aşkına?”

“Yok bir şey” dedi George, yenilmişcesine. “Sadece takılıyordum.”

“Suratıma tokat atmak “sadece takılmak” değildir!” diye bağırdı Lil.

O sırada kapı çaldı.

George açtı kapıyı.

Gelen uzaylılardan biriydi.

“Şu patırtıyı sönük bir gümbürteye kadar kısamaz mısınız?” diye söylendi.

Gözler ve sürüngenimsi et görüntüsü bir parça uzaklaştı ve George, sadece atlet giymiş, şişman, yaşlı bir adamın titreşen görüntüsünü gördü. George, yemek bıçağıyla boğazını yardığında da halen insandı, fakat zemine çarptığında artık bir uzaylıydı. Onu dairenin içine sürükledi ve kapıyı kapadı. Yerdeki çok-gözlü yılansı şeyi işaret ederek, “Orada ne görüyorsun?” diye sordu Lil’e.

“Bay... Bay Coney,” diye fısıldadı, gözleri korkudan genişçe açılmış bir şekilde Lil. “Sen... az önce öldürdün onu, sanki hiçbir şeymişcesine.”

George “Bağırma,” diye uyardı Lil’i ona doğru ilerlerken.

“Bağırmayacağım George. Yemin ediyorum ki bağırmayacağım, sadece tanrı aşkına lütfen o bıçağı yere bırak.” Lil, kürek kemikleri duvara iyice dayanana kadar geriledi.

George bunun bir faydası olmadığını anladı.

“Seni bağlayacağım,” dedi George. “Önce bana Bay Coney’nin hangi odada yaşadığını söyle.”

“Merdivenlere doğru giderken solundaki ilk kapı,” diye cevapladı Lil. “Georgie... Georgie. Bana işkence etme. Eğer beni öldüreceksen, temiz bir şekilde yap bunu. Lütfen, George, lütfen.”

Onu yatağın çarşafıyla bağladı ve ağzını tıkadı, sonra da Etkileyici’nin cesedini aradı. Yabancı bir dilde konuşan küçük radyolardan başka bir tane daha, ve bir başka yemek aleti seti vardı, bunun dışında da hiçbir şey yoktu.

George yandaki kapıya yürüdü.

Kapıyı tıklattığında, yılansı-şeylerden biri cevap verdi, “Kim o?”

“Bay Coney’nin bir arkadaşı. Onu görmek istiyordum,” dedi George.

“Az önce çıktı dışarı, fakat hemen geri dönecektir.” Kapı bir şaklamayla açıldı, ve dört sarı göz meydana çıktı. “İçeri gelmek ve beklemek ister misin?”

“Olur,” dedi George, gözlere bakmaksızın...

Uzaylı kapıyı kapatınca, sırtı George’a dönükken, “Burda yalnız mısın?” diye sordu George.

“Evet, neden?”

George, Etkileyici’nin arkasından doğru gırtlağını kesti, ve sonra da daireyi aradı.

İnsan kemikleri ve kurukafaları, bir de yarısı yenmiş bir el buldu.

İçlerinde iri, şişman sümüklü böceklerin yüzdüğü su depoları buldu.

“Çocukları,” diye düşündü, ve hepsini öldürdü.

Daha önce hiç görmediği çeşitte silahlar da vardı. Birini yanlışlıkla ateşledi, fakat neyse ki silah gürültüsüzdü. Silah, küçük zehirli oklar ateşlemiş gibi görünüyordu.

Silahı ve alabildiği kadar çok sayıda ok kutusunu cebine koydu ve Lil’in dairesine geri döndü. Lil, onu gördüğünde, çaresiz bir dehşet duygusuyla kıvrandı.

“Rahatla tatlım” dedi George, Lil’in ağzını çözerken, “Sadece arabanın anahtarlarını ödünç almak istiyorum.”

Anahtarları aldı ve sokağa gitmek için merdivenlerden aşağı indi.

Lil’in arabası yine, onun her zaman park ettiği aynı umumi alanda park edilmiş vaziyetteydi. Sağ çamurluğundaki vuruktan tanımıştı onu. İçeri girdi, arabayı çalıştırdı, ve amaçsızca sürmeye başladı. Düşünerek – umutsuzca bir çıkış yolu arayarak, saatlerce sürdü arabayı. Biraz müzik dinleyebileceğini düşünerek arabanın radyosunu açtı, fakat haberler haricinde hiçbir şey yoktu ve haberlerin tümü de onun, George Nada’nın, katil ruhlu manyağın hakkındaydı. Spiker efendilerden biriydi, fakat sesi bir parça korkmuş geliyordu. Niye korkmuş olsundu ki? Tek bir adam ne yapabilirdi ki?

George, yolun kesilmiş olduğunu görünce şaşırmadı, ve o noktaya varmadan yan bir sokağa saptı. “Sana, kırlara doğru küçük bir gezi de yok, Georgie oğlum.” diye düşündü kendi kendine.

Etkileyiciler, George’un, Lil’in dairesinde yaptıklarını daha henüz keşfetmişlerdi, yani muhtemelen Lil’in arabası arıyor olacaklardı. Arabayı dar bir sokakta park etti ve metroya girdi. Bir nedenden dolayı, metroda hiç uzaylı yoktu. Belki de bu tür şeylere göre çok iyiydiler, ya da belki sadece gece, geç bir vakit olduğundandı.

En sonunda onlardan biri içeri girdiğindeyse George indi.

Tekrar sokağa çıktı ve bir bara girdi. Etkileyiciler’den biri televizyondaydı, tekrar tekrar aynı şeyi söylemekteydi; “Biz dostlarınız. Biz dostlarınız. Biz dostlarınız.” Aptal kertenkelenin sesi korkmuş gibi çıkıyordu. Neden ki? Bir adam onların tümüne karşı ne yapabilirdi ki?

George bir bira söyledi, sonra da, televizyondaki Etkileyici’nin artık onun üzerinde hiçbir gücü yokmuş gibi göründüğü gerçeği aniden sarstı onu. Tekrar ona baktı ve düşündü, “Bana bir şey yaptırtmak için efendim olabileceğine inanmak zorunda. Onun tarafında korkunun en ufak bir belirtisi... Ve hipnotize etme gücü kayboluyor.” George’un resmini televizyon ekranında teşhir etmişlerdi ve George telefon kulübesine doğru geriledi. Denetimcisini, Polis Şefini aradı.

“Merhaba, Robinson?” diye sordu.

"Benim."

"Ben George Nada. İnsanların nasıl uyandırılacağını anladım."

"Ne? George, bekle. Nerdesin?" Robinson’ın sesi neredeyse histerikti.

Telefonu kapadı, parayı ödedi ve bardan çıktı. Büyük olasılıkla yaptığı aramanın izini süreceklerdi.

Başka bir metroya bindi ve şehir merkezine gitti.

Şehrin televizyon stüdyolarından en büyüğüne ev sahipliği yapan binaya girdiğinde şafak sökmüştü. Bina yöneticisini sordu ve sonra da asansörle yukarı çıktı. Stüdyonun önündeki polis tanıdı onu. “Ne, sen Nada’sın!” diye soluk soluğa konuştu.

George, onu zehirli ok silahıyla vurmayı istemiyordu, fakat buna mecburdu.

Stüdyonun kendisinin içine girmeden önce birkaç insan daha öldürmek zorunda kaldı, buna görev başındaki tüm mühendisler de dahildi. Dışardansa pek çok polis sireni, heyecanlı bağırtılar ve merdivenlerde koşan ayaksesleri geliyordu. Uzaylı, “Biz dostlarınız. Biz dostlarınız.” diyerek, televizyon kamerası önünde oturuyordu, ve George’un içeri girdiğini görmedi. George kendisini iğne silahıyla vurduğunda, basitçe cümlenin ortasında durdu ve orda oturdu, ölü olarak. George ona yakın bir yerde durdu ve uzaylı vıraklamasını taklit ederek konuştu; “Uyanın. Uyanın. Bizi gerçekte olduğumuz gibi görün ve bizi öldürün!”

O sabah şehrin duyduğu ses George’un sesi, fakat görüntü, Etkileyici’nin görüntüsüydü, şehir ilk kez uyandı ve savaş başladı.

George, en sonunda elde edilen zaferi görecek kadar yaşayamadı. Saat tam sekizde, kalp krizi yüzünden öldü.

çeviri: Yasin Başaran.

Akışkan Zamanlarda

Yine karanlık bir sabah, yine aynı zaman ve yine aynı uyanış. Ancak kendisinin girebildiği silindirik tüpünden zorlanarak çıktı. İşine gitmek için yapması gereken sadece iticilerini takmaktı ve öyle de yaptı. Aletinin çalışıp çalışmadığının kontrolü olan tıslamasından sonra küçük mağarasının her sabah onu aynı yöne kovalayan kapısını açtı, spiral şekilde açılıp kapanıyordu nedense. Kapının her kapanışından neden bu kadar korktuğunu hep merak etmişti, her seferinde, her sabah dışarıya süzüldükten sonra kapanıp da asla açılmayacağını zannettiği yuvarlak kapısı onu korkutuyordu, her seferinde bugün geri dönemeyeceksin der gibi ya da seninle hayatımız bugüne kadardı deyip sonra da sımsıkı ağzını kapatan meşhum bir kapı.

Süzülerek çıktığı dışarıda, roketleriyle hafifçe itki sağlayarak her gün o bölgenin işçilerinin toplamaya gelen rokete yapışacağı toplama noktasına doğru ilerliyordu, bütün o diğerlerinin aksine daha yavaş gidiyordu ancak kimsenin buna aldırış ettiği yoktu ya da en azından o anki olaya bakış açılarının darlığı yüzünden o anki hareketteki tuhaflığı yakalayabilmek için daha uzaklardan bakmak gerekirdi, üçüncü kısım astreoidlerinin toplanma yerinin merkez olduğu ve bu merkeze doğru hareket eden eşit hızlardaki bir sürü farklı renkteki noktacık, merkezi daha yoğun ve ufak, sanki bir gök ada gibi görünüyordu uzaktan, kendi içine çöken, hızlandırılmış, kendi etrafından dönmeden içine çöken bir gök adacık ve bu gök adacıkta merkeze doğru toplanan diğer noktalara inat eder gibi bir noktacık gerekli hızda ilerlemiyot, ne büyük bir sırıtış, sanki o gök adanın merkezinde onu çeken gücün etkisine aldırmıyormuş gibi ya da onun üstünde bir etkisi yokmuş gibi.

Herkes neredeyse toplandığında, onları toplayacak olan roketler çoktan gelmeye başlamıştı ve bir nevi kıdem sıralamasına göre herkes roketlerine yapışacaktı, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, beyaz ve gri ekipler. Roketlere yapışmak belkide işçilerin hayatlarındaki en heyecanlı olaydı, çünkü her seferinde olanca hızıyla geçmekte olan roketlerin önüne kendilerini atarak, roketi yavaşlatmadan ve zaman kaybı olmadan araca yapışıp gitmeleri gereken yere tam zamanında ulaşmak, aslında bu iş ne kadar büyütülürse büyütülsün şu ana kadar roketini kaçıran adam çok azdı ve onlarda arkadan gelen roketlerden birine diğer ekibin arasına rahatça karışabiliyordu ve asıl heyecanlı olay roketle beraber iş merkezine doğru yolculuktu çünkü, yüzlerce kilometre hızlarda bir roketin önüne yapışmış onlarca renk! Sosyalleşme konusunda asla sıkıntı çekmediklerini belli eden ufak bir ayrıntı. Nasıl iniyorlardı acaba. Bunu kendileri de daha çözemediler ancak bir şekilde başarıyorlardı.

Bütün astreoid kuşağının sakinleri, sahip oldukları ya da sahip olundukları, mevcut olan tek kurum olan kuyu da çalışmaktaydılar ancak, yaptıkları işin tam olarak ne olduğunu ne kendileri biliyordu ne de korkmadan sorabilecekleri bir üst renk yoktu ki onlarda bilmiyordu, işletmede zaten yapılabilecek ya da organize edilebilecek pek bir şey yoktu da zaten, sadece bir kuyu, ve işletmede de sadece tek belirgin kural ise kuyuya yaklaşmamaktı.

Bu kuralın kim tarafından ya da ne amaçla konulduğu hakkında kimsenin bir fikri dahi olmasa da yürüttükleri genel mantık sonucu, demek ki bir şey varmış ki yaklaşmak yasak, sonucuyla halihazırda herkes neredeyse merak dahi etmiyordu. Merak etmek zorunda da hissetmiyorlardı kendilerini çünkü sahip oldukları yaşamın sahip olunabilecek en iyi yaşam olduğu üzerine yaptıkları tartışmalarda hiçbir zaman aksi kanıtlanamamıştı.

Ancak yine de bir çıban başı mı denir artık ya da meraklı mı? Bilinmez, ancak kuyunun ne olduğuna dair fikirler aklından geçtikçe kendisini bir kaşıntı tutan alt renklerden bir tanesi vardı ki bu daha önce gördüğümüz isteksizce toplama alanına süzülendir.

Ne yaptıkları belli olmayan iş hakkında biraz daha bahsedecek olursak, bütün o sahip oldukları renklerin içinde tüm işçiler kuyunun etrafından geziniyorlardı, bunun için belirli bir kural yoktu, inançları/fikirleri ya da “her, canları bir şeyi birkaç kişiyle yapmayı çekmiş” olanlar grup halinde dolaşsalar da kuyunun etrafında ki gezinmeler çoğunlukla genel bir kuraldan yoksundu. Kuyuya yaklaşmanın yasak olmasına rağmen kuyuyu koruyan hiç kimse yoktu ve bariz bir şekilde de kuyuya balıklama dalmak isteyen de yoktu, sadece tek ilgileri her gün bu yapmak zorunda oldukları can sıkıntısının zamanını doldurup kendi deliklerine çekilmekti.

İşte öyle zamanların birinde; iş bitimi olduktan ve herkes oyuklarına geri döndüğünde, alt düzeydeki, işe yavaş giden, oyuğuna girdikten hemen sonra dışarıya süzüldü, bunu pek sık yapmazdı ancak kuyunun ne olduğu ilgili düşünceleri sıkıntı verecek kadar yoğunlaştığı zamanlar çıkıp uzayda meteor sektiriyordu, aklından atmak için mi yapıyordu yoksa meteorların hareketlerini düşünerek, aklındakileri de ileriye doğru götürmesi için güç mü kazanıyordu kendisi de pek farkında değildi ancak bunu her yapışında kararlılığı daha da artıyordu ve bir nevi trans haline geçiyordu.

Gözlerini açıp da, transtan çıktığında kendisini yarı beline kadar sarkmış, kuyunun dine bakarken buldu. Bunu fark etmesi iliklerine kadar onu dondurmuş olmasına rağmen, korkusunun yavaş yavaş azalıp da düşünebilme yeteneğinin birazcık geri geldiği anda korkmasının sebepsiz olduğunun farkına ancak varabildi, çünkü bilmediği bir süredir kuyunun dibine bakmaktaydı ve o “kuyuya yaklaşmayın” uyarısının gerisinde sağlam bir temel olmadığını anladı, bir şey olmamıştı. Bundan daha da cesaret alarak bu kez aklı başında kuyunun kör karanlığına doğru bakmaya başladı ve devam etti, bu arada aklından kimbilir işçilerin buraya gelme vaktine ne kadar kalmıştır acaba diye merak etti ve karanlığın içerisinde, kuyunun ağzının biraz aşağısında derinlere inen bir merdivenimsi bir şey görmesiyle daha da ileri giderek aşağıya inmeye başladı. Yasağı çoktan çiğnemişti ve artık sonuna kadar gitmemesi için bir neden yoktu. Bu yaptığının cezası neydi acaba, bunu hiç bilememişti, bilen olduğunu da zannetmiyordu, kuyudan aşağıya indikçe düşünceleri de daha cüretkar olmaya başlamıştı. Diğer üst renkler benim bildiklerimden daha fazlasını bilmiyorlar diye düşündü, diğer hiç kimsenin veremediği bir cevabı onlarda veremiyordu ya da herkesin bildiği bir cevaba farklı bir şeyler eklemiyorlardı. Tümüyle hepsi gereksizdi. Derinlere doğru ilerledikçe ne korkusu kalmıştı ne de cesaretsizliği.

Merdivenimsinin bitmesinden sonra kuyunun dibine ulaştığını zannederek kendisini, çokta kendinden emin olmasa da, yine de rahatça aşağıya doğru bıraktı ancak düşüşün şiddeti, bir düşüşü değil de yutuluşu andıracak denli şiddetliydi, ne o roketlere yapıştığı günlerdeki gibiydi ne de böyle bir şey olmamıştı ki daha önce. Bütün o cüretkar düşünceleri ve cesareti tümüyle yok olup gitti, sadece kendine acımalar ve aptallığına küfür etmeler, emilişinin hızı arttıkça küfürlerinin şiddeti de artmaktaydı. Sonunda düştüğünü zannetti ya da çakıldığını ancak, bütün o emilişinin ardından birden kesilen çekimden sonraki çekimsiz bir yere varmış olduğunun ayırtına; aklından gecen bütün yok oluşunun sonrasındaki senaryoların hepsini bir bir yeniden hatırlayıp da hiçbirisinin yakınından dahi geçmediğini ve varlığını önceden beri nasıl hissedebiliyorsa öyle duyumsayabildiğini anladıktan sonra ancak varabildi.

Daha sonra, aklının körlüğü geçtikten sonra, nasıl bir yere vardığını anlayabildi, burası yaşadığı astreoid kuşağı olmadığıydı bu anlayışı da. Ancak kaba bir tabirle vardığı yer; renklerin şekillerini değiştirip etraftaki artık nesneler midir bilinmez onlarla oynayışlarından ibaretti. Burada daha önce gördüğü renklerden başka adlandıramadığı ve adlandırmaya başlasa zamanının yeterli olup olmayacağı çeşitlilikte renkler vardı ve onlar kimi zaman incelip uzayıp, ardından küçük tanelere ayrılıp etrafta duran nesne gibi şeylerin etrafını bulut gibi kaplıyor ardından başka bir renkle karışıp ardından tekrar kendi rengine dönüyor, nesnelere yapışıp çeşitli yönlere doğru yavaş yavaş damlayarak süzülüyordu. Burada kesin olan bir şey var ise o da renklerin hiçbir zaman hareketsiz kalmadıklarıydı.

Kendisi oraya geldiğinden beri ne kadar zaman geçmişse, o da o kadar süre etrafını seyretmekle geçirmişti ve yok olmaya başladığı zaman da, onun da hareket etmesi, bu curcunaya katılması gerektiğini çok geç olduktan sonra anlayabilmişti. Sahip olduğu rengi yitirdi ve orada bulunan nesnelerin aslında ne olduklarını anlamıştı, kendi kendisine soracağı son soruyu da soramadan bir nesne olmuştu çoktan.

Ve orada bulunan bütün renkler, düşüncelerinden azad edilmiş, sadece yaptıkları şeylerle anlaşabilen renkler, tümü birleşerek sahip oldukları her farklılığı saydamlığa dönüştürüp, arkalarında bulunan dipsiz karanlığın renginde, yeni oluşmuş nesnenin etrafında belirsizce bir damla olup yıkadılar.

Ali Kartal

ÖZÜR DİLERİM, SANIRIM BEN ARADIĞINIZ KİŞİ DEĞİLİM


Usulca kapattı sanal sohbet hologramını ve bir süre holografik sohbet arkadaşlarının birer birer boşalttığı odanın gerçek nesnelerle dolu gerçek görüntüsüne alışmak için gözlerini kırpmadan bekledi. Yavaşça döndü oturduğu (ya da uzandığı mı demeli) koltukta ve neredeyse hiç hareket etmiyormuş gibi dingin bir şekilde kapıya doğru baktı. “Daha yavaş hareket etmeliyim” diye düşündü, “yoksa kalbim yerinden fırlayacak. Daha sakin olmalıyım, ve kalbim de deli gibi çarpmaktan vazgeçmeli. Kapı çalıyor. Ne yapacağım şimdi ben?”.

Kapının çalması, hele içinde insan bulunan bir evin kapısının çalması belki siz okura son derece doğal gelecektir, ancak bundan yıllarca önce, isadan sonra 2031. ve Büyük Yıkım’dan sonraki 27. yılda, yani henüz serpintinin insanları evlerine hapsettiği zamanlarda, bir evin kapısının çalması ancak dehşetengiz simülasyonlarda yer alabilecek derecede inanılmaz bir olaydı. O yıllarda herkes yalnız yaşar, yalnız yer, yalnız uyurdu. Hükümet insanların sebebi ne olursa olsun evden çıkışını yasaklamış, savaş sonrası radyasyonundan korunmak için panjurların kapatılmasını ve internet ağının sürekli açık tutulmasını emretmişti. Tüm ihtiyaçlar pnömatik sistemler sayesinde evlere gönderiliyor, karşılığı insanların internet ağı üzerinden yaptıkları işlerle kazandıkları kredilerden düşülüyordu. Tüm insani ilişkilere, yakınlarla iletişim, romantik akşam yemekleri, okul arkadaşları ile kaçamaklar ve sekse internet ağı ile bulabileceğiniz holografik simülasyonlar vasıtası ile ulaşılabiliyordu.

İşte o zamanlarda, Büyük Yıkım başladığında henüz anne babası ile yaşayan ve öldükleri günden bu yana henüz hiçbir gerçek insan görmemiş ve duymamış olan kahramanımız dehşet içinde kapıya bakıyordu. En ufak bir ses çıkarsa yada nefes alsa kapıdan bir el uzanıp onu kaçamadan yakalayacakmış gibi öylece hareketsiz kendini ölümcül korkunun insanı varlığından endişeye sokan ellerine bırakmıştı. Ne yapacağını yada yapabileceğini bilmiyordu, sadece belirli belirsiz sesin dinmesini ve kapıyı çalan her kim ya da her ne ise bir an önce vazgeçmesini diliyordu. Ama kapı tekdüze bir ısrarla çalmaya devam etti. Sonunda, içindeki insancıl tarafın yok oluşa götüren merakı hayvani tarafının hayatta kalma üzere kurulu endişe ve korkusunu yenmeyi başardı. Kalktı yerinden ve yıllarca kullanılmadığı için artık neredeyse duvara sabitlenen kapının kilidini zorlukla çevirdi. Kapıyı açarken çıldıracak gibiydi, bir taraftan hemen o anda yok olmak istiyor, diğer taraftan göreceği şeyin merakı ile içi içine sığmıyordu. Kapıyı açtı, geriye çekildi ve dezenfektan spreyin yarattığı dumanın dağılmasını bekledi biraz. Şimdi dumanların arasında 30lu yaşlarda bir adam duruyordu, üzerinde çok uzun süreden beri giyilmediği belli olan ve aslına bakarsanız biraz da komik duran bir takım elbise vardı. Adam da kendisi gibi garip bir şekilde gözlerini kırpıyor, sanki görünenin çok ötesindeki bir boşluğa amaçsızca bakıyordu. Belli ki yıllarca sadece hologram görmekten yorulan gözler şimdi kendilerini gerçek bir insanın görüntüsüne alıştırmaya çalışıyorlardı.

“Merhaba” dedi adam tutuk bir şekilde. “kaç gündür evlerin kapılarını çalıp durduğumu söylesem inanmazsın”. Hala inanamıyordu olanlara zaten, karşısında kendisi gibi konuşan, terleyen, heyecandan ve belki de korkudan titreyen birisi vardı. Hologram değil, yazılım değil, kurgu değil gerçek bir insan, ne söyleyeceği, ne düşüneceği, ne yapacağı daha önceden belli olmayan tekinsiz bir varlık.

“Muhtemelen benim gerçek olup olmadığımı merak ediyorsun” diye devam etti karşıdaki. “Haklısın da aslında. Bu öteki simülasyon yazılımlardan birisi ya da bir rüya olabilir. Gerçekten sorulması gereken soru şu an yazılımı kimin kullandığı veya kimin rüyasında olduğumuz belki de. Sence fark eder mi?” Yanıt alamayınca kendisi cevabını verdi. “Aslında benim için fark etmez de. Bunu bilemeyecek kadar çok uzakta kaldı gerçek”.

İçeriye gir demek istedi ama diyemedi. Diğeri de hiçbir hamle yapmıyordu aslında içeri girmek için. İkisi de bu kadar yıldan sonra canlı birisini görmenin şaşkınlığı ve ne yapacağını bilememezliğin verdiği donuklukla öylece duruyorlardı.

“Günlerden beri evimin dışındayım” diye ısrarla konuştu kapıdaki. “Bunun nasıl bir duygu olduğunu asla bilemezsin. Serpinti olduğunu ya da kaldığını hiç sanmıyorum. Eğer hükümetin her gün söylediği gibi olsaydı ne ben ne de yolda, orada burada gördüğüm hayvanlar canlı kalabilirdi. Beri yandan artık ben bir hükümetin varlığından bile şüphe ediyorum. Günlerden beri açık bir şekilde kanunları çiğniyorum, dışarıdayım, önüme gelenin kapısını çalıyorum ama hiç kimse gelip de bana müdahale etmedi. Belki de, olur ya, hükümet bile kendinin gereksizliğini anlamış ve her şeyi otomatik bir sisteme, kendi kendine işleyen bir yazılıma devretmiştir. Bu kadar yazılımı zaten olsa olsa başka bir yazılım bir arada tutabilir bana sorarsan”.

Öyle çok konuşuyordu ki adam artık rahatsız bile olmaya başladığını düşündü. Birden bu komik geldi çünkü uzun yıllardan sonra ilk defa gerçek bir insan görüyordu ve o anda bile sessizliği ve yalnızlığı özlediğini hissetti. Bu bir sohbet ya da toplantı simülasyonu olsa tüm katılımcıları yazılımın içerisinden seçebilir ve böylece bu sabah kapısına dayanan gevezeler gibi sürprizlere karşı hazırlıklı olurdun. “İnsanoğlu” diye düşündü kendi kendine ve son derece içinden. “ne kadar da rahatsız edici olabiliyor bazen. Belki de yazılım işi o kadar da kötü değil. Belki de gerçekten başkalarına ihtiyacımız yok varolmak için ve istediğin her şeyi tasarlayabildiğin ve istemediklerini sonsuza kadar unutabildiğin bir dünya ancak bu şekilde mümkün olabiliyor. Belki de karşımdakinin distopya dediği benim ütopyam.”

“Haydi, ne duruyorsun” diye böldü düşüncelerini kapıdaki heyecanla. “Sen de gel dışarıya. Birlikte gezelim ve keşfedelim bu cesur yeni dünyayı. Kim bilir bizim gibi kimler var bu dünyada öylece birilerinin kapılarını çalmasını bekleyen. Biliyor musun neyi fark ettim. Dışarıdan bakınca yaşadığımız bu binalar morgda ölülerin yattığı çekmece yığınlarını andırıyor. Dışarıda bir yerde mutlaka öldü sanılıp da morga konan bir sürü insan var. Haydi, gel ve bu dünyanın yeni Âdem ve Havvaları olmamıza izin ver”.

Bir an durdu ve düşündü. Hakikaten de cazip olabilirdi dışarıda olma fikri. “Ama” diye düşündü yine. “Dışarıda keşfedecek ne var ki”. Evinde bir uydu seti, sürekli internet bağlantısı, istediği an tüm ihtiyaçlarını görebileceği bir simülasyon arşivi ve hiç uğraşmadan yiyeceğini, giysilerini ve hatta gazeteyi ayağına getiren bir havalandırma sistemi vardı. Dünyaya gitmesine ve onu yeniden keşfetmesine gerek yoktu çünkü dünya zaten oradaydı, tüm hayatını geçirdiği 20 metre karelik odasındaydı. Ve güvenliydi, kapıdakine morg çekmecesi kadar soğuk gelen ona ana rahmi kadar sıcak geliyordu. Başta hayvani endişelerine üstün gelen insani merak yerini hayvani güvenlik duygusuna bırakmıştı yine. “Hayatta kalmalıyım” dedi kendi kendine derinlerde bir yerden. “sadece evimde iken güvenliyim. Başkaları benim ölümüm olabilir ancak. Evim bana bunu sağlıyor. Sonsuza kadar mutlu ve güvende olabileceğim bir hayat.” Ve ilk kez, kapıyı açtığı ve davetsiz misafirini gördüğü ilk andan itibaren ilk kez ağzını açtı ve biraz da ürkekçe “Özür dilerim” dedi. “Sanırım ben aradığınız kişi değilim.”


murat g.

BİLİMKURGUCU BANA BAK SENİNLE POLEMİĞE GİRMEK İSTİYORUM


Bu yazının yazılması olabildiğince geciktirildi tarafımdan zira bu yazı ile yapmak istemediğim iki şeye zemin hazırlayabileceğimi düşünüyordum. Birincisi, hiç de olmadığım halde bir bilimkurgu, ve hatta Türkiye de bilimkurgu, uzmanı olarak anlaşılıp bunun üzerinden eleştirilmek, ikincisi de yazının içeriğindeki bazı noktalar sebebi ile bir tür cenaze merasimi düzenlediğimin düşünülüp “hayır bilimkurgu ölmedi, ölemez” nidaları ile karşılanmak. Ama hayır hasbelkader bu yazı ile buluşan okuyucu; Brütüs ün de -bilimkurgu okusaydı- diyeceği gibi ben buraya bilimkurguyu gömmeye değil övmeye geldim.

Ama önce böylesi bir abuklamaya niçin ihtiyaç duyuldu onu özetle anlatalım. Bu derginin de doğmasına sebep İzmir kaynaklı bilimkurgu oluşumunun temelleri bundan birkaç yıl önce birkaç cidden çok iyi adam tarafından atıldı. Her ayın son pazarı bin bir zahmet ve çile ile insanlar bir araya geldi bilimkurgu okudu ve bilimkurgu tartıştı. Toplantıya bir şekilde gelip gidenlerin sayısı yüz kusuru buldu, ufacık kitapçı dükkanında oturacak yerin bulunamadığı toplantılardan son zamanlarda birkaç üyenin bir araya geldiği ufak toplantıcıklara gelindi. Ve bir süre sonra toplanmanın bir amacının kalmadığı ve bir müddet ara verilmesi gerektiği konusunda hüzünlü ama sessiz bir uzlaşmaya varıldı. İzmir de olanlar ilk değil, son da olmayacak muhtemelen. Yıllar önce Ankara da benzer toplantıların olduğunu ve zaman içinde son bulduğunu biliyoruz. İstanbul da ısrarla toplanan bilimkurgu sevenlerin eski heyecanının kalmadığını ve toplantıların tadının kaçtığını duyuyoruz. Peki nedir o zaman bu veba korkusu, bu fakirleşmenin sebebi, aman yarabbi yoksa her şeyin sonunun geldiği geç modern zamanlarda bilimkurgunun da mı sonu geldi demeyelim yazının sonuna kadar sabredelim.

Bu konuda kiminle konuşsanız dertli ama kişisel çekişmelerin, uzlaşmazlıkların, amaç birliksizliğinin çok az rolü olduğunu düşünüyorum ben bu işlerde. Öncelikle ve en başta şuna inanıyorum, bilimkurgu yalnız insanların sığınağıdır, bilimkurgu yazan da okuyan da yalnızdır. Ama öyle böyle bir yalnızlık değil bu, kalabalık arttıkça etrafta, insanın kalbini burkarcasına artan bir yalnızlık. Birlik olundukça, bir araya gelindikçe, insanın sığınmak istediği sıcacık bir yalnızlık bu. Gerçek ile uzlaşamayan, gerçek gibi görünenden köşe bucak kaçan bir yalnızlık. Sadece kendi kendisi ile paylaşan, paylaştıkça yalnızlığını çoğaltan, yalnızlığı ile çoğalan bir grup huzursuz ruh bilimkurgu okuyanlar. Bu sebeple de bir araya gelmemesi, bir araya gelip de büyüyü bozmaması gerekir hakiki bilimkurgucunun. Yoksa hiçbir bilimkurgu seven yoktur ki şöyle arkadaşlarla bir pazar piknik yapalım mangalları getirelim, top getirip maç yapalım diyesi olsun.

Sonra bilimkurgu dünyanın neresine bakarsanız bir alt kültür meselesidir. Yani zamanında türlü türlü ecnebi memleketlerde halk sınıf sınıf bölünmüş, her sınıfın kendi kültürü sanatı olmuş, parası olan ana akım sanatı biçimlendirmiş, zenginleştirmiş, olmayan ve parası olanların o kadar parası olmamasını isteyenler de kendilerine göre alttan alta bir kültür sanat biçimi geliştirmişlerdir. Bilimkurgu işte bu hiç üste çıkıp da sevinemeyen misyoner pozisyonlarının mutsuz muhatabı olmuştur. Bilimkurgu bir yer altı tecrübesidir, yerüstünün gönüllü terki durumudur ki bu öyle kolay kolay hazmedilecek bir olay değildir, en başta üç beş kişiden fazlasını kaldırmaz hemen bölünür sonra yine bölünür ki çok büyüyüp de yer altından taşmasın, yer üstünün rahatına ve konforuna alışmasın. Ama canım Türkiyem gibi yer altı ile yerüstünün bir birine karıştığı, sıklıkla göz kırpıştığı ve balkon flörtü yaşadığı hiç modern olamadan postmodernleşmiş vatan köşelerinde öncelikle belki bir alt kültür nedir, ne değildir onu konuşmak halletmek gerekecektir. Alt kültür olayını ana bana zengin kolej çocuklarına bırakırsanız, sora maazallah ilk fırsatta kola şenliklerine müsamereci olur, aslında canon dediğimiz olayın bir fotoğraf makinesi markasından ibaret olduğunu söyler, sanatsal üretimin her şeyden önce ve nihayetinde bir üretim olduğunu ve temel üretim tüketim ilişkilerinden azade olamayacağını unutarak (ve belki de hiç duymadığından) fırsat eşitliğinden ve çok çalışarak kapıları zorlayabileceğinizden bahsetmeye başlar. Bilimkurgucu, elbette hayal kurar ve soytarı misali gerçekliğin yap bozu ve alt üst edimi ile iktidarı zorlar. Ama alt kültürün altta kaldığı sürece kültürlü olacağını bilir ve bu sebeple de boş hayale karnı toktur, çoğalmayı yayılmayı amaçlamaz, herkesin bilimkurgu okuyacağı bir gelecek düşlemez, aslına bakarsanız herkes de okumasın ister onun okuduğunu. Çünkü küçük harfle kültür dediğimiz şey ne kadar toplumsal bir varlık gibi görünse de temel de kişiseldir. kültürün kişiselliğidir onu kalıcı yapan. Bilimkurgu bu sebeple de en kişisel kültür ürünüdür ve öyle çok paylaşmaya gelmez.

Çok uzatmadan toparlayalım. Bilimkurgu macerası bu ülkenin isteriz ki uzun soluklu olsun. Çok basılsın çok okunsun çok seyredilsin. Ama bilimkurgu okuyan da ne okuduğunu bilsin. Biraz terbiyeli olsun susanna tamarro ile leo buscaglia ile aynı rafa koymasın okuduklarını. Herkes gidiyor benim neyim eksik diye matrix kuyruklarına girmesin saatlerce, o adam kara kostümler içinde niye hırıltılı konuşuyor demesin filmden çıkınca. Bir araya elbette gelsin ama çok şey beklemesin çünkü bilsin ki mutlu aşk zaten yoktur ve bilimkurgu topluluklarının da rotary kulüplerinden bir farkı vardır. Her var olan zaten yok olmak üzere kurulmuştur ve bir zamanlar akil adamların söylediği gibi bilimkurgu yok oluşunun ayırtına vardığı derecede var olabilir ancak. Bu sebeple çok yaşasın bilimkurgu ama bilsin ki ölüm yakındır ve birlikte paylaşılan her an gözyaşlarının yağmura karıştığı gibi zamana karışacaktır.

murat g.