Olumlu ve Olumsuz Gelecek Tasarımları

Şimdi, okuyan, ütopya ve distopia (veya anti-ütopya) kelimelerini tanıyacaktır. Ütopya sözcüğü Thomas More'dan kalan eski bir sözcüktür. Ben yeni bir tanımlama yaparak, yeni bir isim vereceğim. Gelecek tasarımları. Aslinda her KB eseri bir tasarimdir. Cogunlukla gelecegi tasarlarlar, yani gelecek KB'dir. Gecmisin tarihi varsa, gelecegin de Kurgu-Bilimi vardir.

KB ender olarak olumlu gelecek tasarimlari yapar. Olumsuz gelecek tasarimlari cogunlukta oldugundan, ben de onlarla baslayacagim. Bu yapitlar bize genelde tehlikelerden bahsederler ve bizlere, onlara karsi koyma bicimlerini ve yollarini ögretmeye kalkarlar. Ilginc olan ise (aslinda hic de ilginc degildir ama, böyle yazdigimda okuyanin ilgisi artmis oluyor) bu korkularin ve tehlikelerin kökünün zamanimizda yattigidir. (Zeitgeist ve KB demistim)

Bu yapitlarin bir ortak özelligi de, yapittaki kahramanin yerine gecmek istemeyesimizdir. Kahraman acinasidir ve ruhsal ve duygusal yönden yoksundur.

Bu KB türünde ilk dikkatimizi ceken yazar, Wells'dir. War of the Worlds'deki Invasion, The Island of Dr. Moreau'daki mutasyona ugramis insanlar, The Time Machine'deki gittikce kötülesen gelecege olan yolculuk (ilk cekilen filmi daha iyiydi), The World Set Free'deki atom enerjisi tehlikesi, ve The Star filmindeki carpisan uzay cisimleri (bunlardan birisi dünyamiz). Hepsi olumsuz gelecek tasarimi'dir. Bir nevi bir mazosist bir yazardir Wells.

Simdi tarihceden biraz ayrilip (tekrar dönecegim) bir diger anakonuya geleyim. Gelecekteki dünyamizda (dünyalarda) en cok korkulan, uniform-lasmadir. Tek forma girmek/giymek olarak cevirebilecegimiz bu kelime en cok korkulan, özgürlüge en cok ket vuran seydir. Bireysellesmenin hic hazetmedigi birseydir. Dünya ya komunistlesmis ve insanlar hissiyatsizlasmis köleler olarak yasamaktadirlar ya da nazi-lesmis (yine hissiyatsizlasmis) tektip insanlar diger tektip insanlara hükmetmektedirler. Son zamanlarda cevrilen Action icinde KB filmi olan The Island filminde de bu uniformlasma görülür. Eski filmleri pekiyi bilmeyenler, bu filmi örnek olarak alabilirler. Veya Slider dizisini taniyanlar, kötülerin nazilere benzedigini inkar edemeyeceklerdir. Veya en iyisi de simdi ismi aklima gelmeyen, Sly Stallone, Nürnberg dogumlu güzel Sandra ( Never mind the) Bullock(s) ve Blade'in ( bu isme de yakinda deginecegiz) karizmatik canlandiricisi Wesley Snipes'in oynadiklari gelecek tasarimidir. Bu filmde toplumu yönetenler uniforma icindedirler ve „gercek özgür“ -all-american- kahramanlari ( ki bu kahramanlar fare etinden hamburger yapip yiyecek derecede garibandirlar) yoketmek istemektedirler. Star Wars'daki uniformlasma da nazilesmeye karsidir. Kuzey Amerika ve Bati Avrupa kültürünün ana düsmanlari, naziler ve komunistler böylece seytanlastirilmislardir.

Bir diger olumsuz gelecek tasarimi da „doomsday“ dir. Yani kiyamet günüdür. En önemli temsilcileri de Terminatörler ve Mad Max'lerdir. Teminatörde Doomsday engellenmeye calisilsa da, Mad Max'de olan olmustur. Insanlar bir nevi tasdevri insalari gibi yasamaktadirlar. Arabalarinin benzini hic eksik olmasa da, Kevin Costner'in Waterworld'ünden daha gercekci bir kurgudur ve ondan 1000 kat daha iyidir. Mad Max dizisinde (sosyal) Darwinizm almis yürümüstür. Bu sosyal darwinizme de bir ara el atmak lazimdir.

Maymunlar Cehennemi olarak tanidigimiz (eski filmlerin ilki, son filmden cok daha iyiydi) Planet of the Apes de bu kategoride anilasi eserlerden biridir. Korkulan “uniforma”lasmis “diger” den korkudur. Ayaklar bas, baslar ayak olmustur ve bu da su anda yöneten sinif olan WASP in en büyükkorkularindan biridir. Korkunctur.

Bu kadar iyi filmden sonra tabiy ki John Carpenter Efendimizden bahsetmesem olmayacaktir. Olumsuzlugun, ana dokusu olan “ Escape from LA” ve “Escape from New York” filmlerinin karizmatik kahramani (aslinda gizliden gizliye anti-kahramandir) Snake Plissken hep istemedigi halde kahraman olacaktir. Aslinda cok domestik olan (anti) kahraman hep katakulliye gelerek, (kackere alaya alinip, tuzaga düstügünü saymayacagim) istemedigi maceralara atilacaktir. Simdiye kadar, basta da belirttigim üzere hic kaderine ortak olmak istedigimiz bir (anti)kahraman yoktur. Aslinda, John Carpenteri görsem soracagim soru, yilan Plissken'in niye tek gözlü oldugudur. Ama bunun su andaki yaziyla uzaktan yakindan bir ilgisi yoktur. Snake Plissken'in dis görünüsü aslinda önemlidir benim icin, cünkü sac stili, metin ali feyyaz zamanlarindan kalma, sag bek sac modelidir. Seksenleri sanki geri getirmek ister gibidir. Bu filmlerin ortak yani politik anlamda daha cok sola kaymasindadir. Bu Carpenter siyasi tercihinden kaynaklanir. They Live adli filminde (baska bir yazinin konusu) bunu daha acik ve secik sekilde söyler. Fakat burada amerikan halkinin politikadan nefret emesinin de yansilarini buluruz. Carpenter'in filmleri “herzaman oldugu gibi” bir harikadir. I love this game sözü bu filmlerin ikincisinde ayri bir anlam kazanir.

Bir diger olumsuz gelecek tasarimi ise insanin insanligini ve yarattigi kültürü ve medeniyeti unutmasidir. Buradaki en taninmis yapitlar, Fahrenheit 451 ve 1984'tür. Bunlara benzer bir tema olarak da – batinin bireysellesmesi – karsiti olan A Clockwork Orange'dir. Burada nazi sembolleriyle süslü bir karsi grup vardir kahramanlarimizin karsisinda. Kahramanimiz Alex yakip yikan, döven asagilayan, kural tanimaz bir kisilige sahiptir. Kendinin ve arkadaslarinin en büyük zevkleri orda burda hir cikarmaktir. Ama birgün yakalanir ve beyin yikanmasina maruz kalir. Beethoven müzigi esliginde yikanan beyin, Alex'in kendini yumusak bir narenciye gibi hissetmesine yol acar. (Narenc arapca bir kelimedir ve bati dillerindeki orange kelimesinin atasidir).

Bu arada film hristiyan ögretisini de sorgular. Bu kadar kötü olan Alex de sevilmeli midir, bu mümkün müdür ?

Fahrenheit 451 ise biraz daha sig bir eserdir. Kahramanimizin ismi bir Alman ismidir. Montag, haftanin baslangici olan Pazartesi'nin almancasidir. Montag birseylerin baslangici olmalidir. (Benim de ismim olan Adem, cogu filmde hep baslangic metaforu olarak kullanilmistir). Kitapyakan bir itfaiye-eri olan Montag, gizlice kitap okumaya baslar, kurallari yikar ve kendine yasayan kütüphanede bir yer bulur. Film Kitap yakan Nazilere tabiy ki en büyük göndermeyi yapar. Filmde benim dikkatimi ceken bir yer daha vardir ki, aslinda gittikce hizlanan dünyaya uyum olarak okunabilir. Bu kurmacada durmak yasaktir. Cünkü insan durarsa düsünebilmeye zamani olabilecektir. Bu da istenmeyen bir durumdur. Fakat bu yeni bir düsünce degildir. Türkler bu konuda zaten taninmis tezlerin yaraticilaridir. Bir türkün kafasi mutlaka durularak yapilmasi gereken yerde calismaktadir. Bunu atalarimiz coktan sezmislerdir.

Düsünceye vurulan/vurulacak gemleri konu alan Bradbury'nin tanimladigi bu vizyonlar gercek olmaya gittikce yaklasiyor. Büyük reklam panolari ve tek rayi olan hafif rayli sistemi öngören Bradbury'yi de burada saygiyla anmak gerekir kanaatindeyim. Hazir F harfindeyken, Fortress filmine kisa deginebiliriz. Bu film de bir olumsuz gelecek tasarimidir. Cin Halk Cumhuriyeindeki kuralin aynisi olan, bir cocuktan daha fazla cocuk yapamazsin kuralini isteyerek veya istemeyerek (bu acikliga kavusmaz) kirmak isteyen Brennick cifti sucüstü yakalanir. Sinema tarihine “en güzel gözlü erkek” oyuncu dalinda onlarca oskar alabilecek oyuncu olarak gececek(gesmis) olan Lambert Christopher ise öyle cabuk pes edecek gibi degildir. Ailesi icin sonuna kadar savasir ve tabiy ki esinin de yardimiyla, onlarin rüyalarini ve düsüncelerini kontrol eden sistemden kendini ve ailesini kurtarir. Yapit aslinda türdeki klasik örneklerden biridir. Sadece politik mesaj verme derdi vardir. Böyle bir gelecek istenmez. Insanin insanligini kaybetmesi istenmez. Sonucta iyiler kazansa da, gelecegin kötü olacagi gercegi degismez. Yanlis hatirlamiyorsam dogan cocuk-Brennick da Isa gibi bir ahir benzeri biryerde doguyordu.

1984 ise tamamen karamsar ve ne yaparsan yap, kurtulamazsin seni bekleyen kaderden, tadindadir. Big brother is watching you cümlesi de bu yapittan alinmadir ve en kalitesiz ve seviyesiz,geyik yapitlarin dogmasina sebebiyet verdiginden, üzerine yorum yapmayacagim.

Bu derinlikten sonra biraz daha siglasarak, Judge Dredd filmine gelebiliriz. Judge Dredd'in dünyasi cok sevimsizdir. Herkes herkesi öldürmek ister. Simdiki durumun eyleme gecirilmis seklidir. Bu filmden aklimda kalan tek sey Rico'nun (Armand Assante) biladeri Dredd'e (Sly Stallone) ölmeden kisa bir yüre önce söyledikleridir. Söyledigi hersey dogrudur. Simdi sizlere ne söyledigini tam olarak veremsem de, hayat üzerine yaptigi konusma, Blade Runner'daki hayat üzerine konusmalara benzer ama onlardan daha sigdir. Kahramanimiz her zamanki caresizdir ve prensip ugruna biladerinin ölümüne sebep olacaktir. Oysa ki, onu da biladerini de yaratan ayni sistemdir. Ama sistemi biraz olsun elestiren ve ona soru soranlarin sonu hic degismez.

Benim burada, beni duygusal yönden cok etkileyen bir filmden bahsetmem gerekecek. Logan's Run filmi, seyrettigim ilk KB filmlerindendir. 1976 senesinde yapilan film, bircok filme örnek olusturmustur. Filmde dünyanin geri kalanindan koparilmis, izole edilmis bir toplumdan bahsedilir. Sanirsam kaynak yetersizliginden, orada yasayan herkes 30 yasina geldiginde öldürülür. Buradaki herkes, ölünce tekrar dirilecegine inanmistir, bu yüzden güle güle ölüme giderler. Bazisi ise, bunun ardina yatan gercegi tahmin ettiginden, postu ucuza vermeye niyetli degildir. Iste bu “kacak”lari yakalayan Michael York da, kacinilmaz sondan kurtulamayacaktir. Bunun üzerine kendisi de bir kacak olur. Bu gibi olumsuz gelecek tasarimlarinda önemli olan, yeni toplum nasil olmalidir veya bu sistem nasil ayakta kalmalidir sorularidir. Harry Harrison'un Soylent Green'inde ise ölen insanlardan daha iyi yararlanilmistir. Ölenlerin etlerinden köfte yapilmaktadir. Filmde dikkati ceken ve beni yipratan sey bir domates ve et parcasina abartili ilgidir. Polis Thorn (Charlton Heston) din-siyaset-firmalar ücgeninde aradigi cevaplari öyle kolay bulamaz. Film aslinda bu yazida tanimladigimiz filmlerin hepsinden daha gercekci bir tasarimdir.

Blade Runner da bu kategoriye giren filmlerdendir ve benim en cok sevdigim filmlerden bir tanesidir. Kitabini da okudum, fakat söylemeliyim ki, film benim daha cok hosuma gitti. Yönetmen Ridley Scott (Alien) tabiyki ustaligini konusturmustur. Filme gelince: Harrison Ford hic de uzakta olmayan bir gelecekte, 2019 senesinde, yasakli androidleri (replikant, copy) avlar. Bladerunner'in anlami bicak-sirti veya göt-alti bir hayat süren anlamina gelebilir. Eski Britanya'da sanirsam polis memurlarina verilen isimdir. Judge Dredd'deki polis, yargic ve cellat üclemesi yerine burada polis, dedektiv ve kafa avcisi üclemesi yaratilir. 3 neden hep sihirli bir sayidir? Cünkü hristiyan kültüründe 3'lü olan hersey kutsaldir. Bu deyis, hristiyan ülkelerde taninan bir deyistir. Ücleme herseye, daha önce sahip olunmayan bir kutsallik verir. Film Noir (Kara film) türündeki bu filmde yagan yagmur ve karanlik, hastalik, (metusalem hastaligi denen, cabuk yaslanma hastaligi ve 3ncü erkegin suratindaki cicek bozugu, filme daha agir bir atmosfer kazandirir) filmin ana konusunu öylesine etkiler ki, kasvet filmi cok ciddiye almaniza sebep verir. Filmin en önemli özelliklerinden biri yasami laiklestirmesidir. Yani dinden ayirmasidir. Tanrisiz ve yeni tanrilarla bir yasam yaratma ve yoketme olasidir. Karakter Deckard tipik olarak özenilecek bir insan degildir. Hissiyatsiz, acimasiz ve soguk biridir. Bu onu gelecek nesillerin, kaybolmus neslinin bir nevi atasi yapar. 4 seneyle sinirli olan yasamlariyla androidlerin aslinda bizden cok az farki vardir. Bizim insanlarin da, sinirli bir hayati vardir ve bunu kimse degistiremez. Görüldügü üzere film hayatin anlami nedir geyigine girip, bir daha da cikamaz.

Burada kisaca X-Files dizisinden de bahsedebiliriz, tamamen KB olmasa da, bazen cok fantastiklesse de dizi benim cok severek izledigim bir dizidir. Sempatik Scully ve Mulder bize dünyamizin kac bucak oldugunu gösterirler. I want to believe cümlesi de hafizalara kazinmistir bu diziden sonra. Yakin gelecekte, uzaylilarla anlasan bir grubun kontrolü elden kacirmasi üzerine, dünyamiz cehenneme dönmeye baslamistir bile. Bunu durdurabilecek herhangi bir güc kalmamistir ve Invasion ( gecen yazimin konusu) baslamistir.

Bu kadar olumsuz gelecek tasarimlarindan sonra, biraz da Happy End olsun diye olumlu tasarimlara gelelim. Star Wars'in adi olumsuz olan Death Star gemisinden gelse de, film umut veren bir anlatiya sahiptir. Düsmanlarin her koldan üzerine geldigi Luke Skywalker ve arkadaslari Han Solo, Ben-Obi-wan-Kenobi ve hemsiresi Lea ve babasinin biraraya getirdigi iki robot (yani anlasilacagi üzere herseyden yararlanilarak olumsuzluga karsi koymak) amaclari olan ,herseyi olumlu yönde cevirmeye muvaffak olacaklardir. Burada politik olarak okunacak cok önemli bir nokta vardir. Filmi benim icin daha ilginc halegetiren nokta, (Nazilesmis) Imparatorlugun baskici rejimine karsi, demokrasinin temsilcisi Prenses Lea (Hem demokrasi hem prenses nasil olur demeyin, örnegin Hollanda'ya veya Danimarka'ya bakin) ve kural tanimaz Han Solo ile karsi cikan, bilmeden soylu Duke Luke'un savasidir. Kuraltanimaz Han Solo ile ahlakci Lea ayri dünyalarin insanlari olsalar da, birbirlerine saygilari sonsuzdur ve Han Solo erkelerin arasinda sansli olanidir. Luke o kocaman galakside bula bula kiz arkadas diye kizkardesini bularak, lotoda jackpotu kazanmanin bile milyarlarca kat daha zor olan bir isi basarir.

Olumlu gelecek tasarimlarinin ve yazimin son örnegi olan Star Trek'e gelmis bulunuyorum. Star Trek'i zamanlara ayirmadan inceleyecegim. Yani Kirk, Picard, Janeway komutanlari en azindan bu yazimda biraradaylarmis gibi yazacagim.

Star Trek ilk defa Eylül 1966'da tvlerde gösterime girdi. Uhura'nin, yani bir zenci'nin bu dizide oynamasi, güney eylatlerini protestosuna carpti. Güney Eyaletleri (The South will rise again) irkciligin yogun ve aktüel oldugu yerlerdir ve bu yüzden bu WASP lar ve WASC lar – white anglo-saxon catholics – bir zencinin bir beyazla ayni göz hizasinda bulunmasini istememislerdi. Ama James Tiberius Kirk bu tabuyu coktan kirmisti. Bir beyazin, bir siyahi öptügü ilk filmdir Star Trek. T. Kirk, Uhura'yi öperek, bu dizinin ana cizigisini vurgulamisti. Dizi cok önemlidir, cünkü bircok kültürü icinde barindirir, Rus'u, Japon'u ve hatta Afrika'lisi Beyaz Insanla ayni Stage'de at oynatabilmektedirler. Bu dizide kesinlikle en cok göze carpan, Amerikan toplumundaki seksüalitenin cok iyi bir sekilde izlenebilmesidir. Mini etekli -disi- Uhura yerini, pantolon giyen, erkek gibi davranan kadinlara birakmistir. 7 of 9 bile seksüelligini üniformasinin altinda gizler. Hep patlamaya hazirmis gibi olan cinselligi, hep kontrol altindandir. Riker biraz olsun cinsellikten haz alsa da, Janeway ve Chakotay'in asklari bir lise flörtünü animsatir. Gerci bu isin uzmani degilim ama, Amerikan toplumunun cinsel ve dinsel yönden hep daha cok kapanmaya basladigini düsünüyorum. Steril yerlerde, steril asklar yasayan halk, tabii ki kahramanlarini da böyle görmek isteyecektir. Önemli olan Gene Roddenberry'nin bu karakterleri yaratirken ki amacidir. Diger WASP ve WASC'larin tersine, Gene kültürler catismasini, kültürlerin beraber yasamasiyla birlestirebilmistir.

Bu her acidan cok önemlidir. Seyredenlerin dünyaya baska bir gözle bakmalari amac edilmemisse bile böyle bir etki yaratilmistir. Yine de tabiy ki Beyaz Adam üstündür, digerlerine cocuklarmis gibi davranarak, iyiyi dogruyu ögretmek istemistir. Ama en azindan irkcilik cok yumusatilmistir. Bu da az görünen bir olgudur. Sonucta gelecek o kadar da kötü degildir ama gecmis gibi tekerrürden ibarettir.

Ha bu arada Fransiz Picard'in emri altinda calisan, Geordi La Forge, 1977 yilinda Kunta Kinteyi oynamistir.

Yazan ve derleyen : Nam-i Diger Uzunbacak Adem Subat 2008

AKLIN YOLU

Şu ışın kafesini neden kullanamıyormuşuz onu anlamadım. Sekizyüzbin yenilira ödenekle ışın kafesi yapmayacağız da ne yapacağız, pardon?

Bak kardeşim, bunlar eni konu teknik meseleler. Olmaz deyince anlamıyorsunuz, fotonikçiyi mi çağırıp anlattırayım şimdi, konuştuk olmuyormuş.

“Bilişimin parladığı anlar” da mis gibi olmuştu ama. Anti-katilin küçülerek sönen ışın kafesiyle sahnenin ücra uzay köşesine savruluşunda kopan çığlıklar, şahane bir şeydi. Ne sahneydi ama...

Halogram başka.. Halogram başka. Hani canlı oyun yapıyorduk, hani tiyatro tarihinin üç yüz yıldır bu anı bekleyen dondurulmuş ruhunu uyandırıyorduk. Capcanlı oyuna şimdi halogram mı sokalım.

Hayır canım, ucuz numaralardan bahseden kim, gerçeğini yapalım diyorum. O halogram parçası milleti telef etmişti, gerçeği kimbilir ne yankılar uyandırır. Değil mi ya?

Olmuyor güzel kardeşim. Gerçeği olamıyor. Işığı kaynağından salınca az gidip durmuyor işte. Bir sürü manyetik alanla karşı akımlar yaratmak falan lazımmış. Elektron bombardımanı altında rol kesecek kaç oyuncun var senin, şahsen bende bir tane bile yok.

Bende de yok. Tesla gibi bir tane adamım olsaydı şimdi, ne devrimler yapardık sahnede...

Geçelim efendim. Tesla yok, ışın kafesi yok. Biz uzaylıya dönelim. Merkezkaç fikri güzel, oyunun başından sonuna kadar adamımız tam merkezde duruyor, olaylar etrafında savruluyor.

Çok özgün. Harikulade.

Olay akışı belli, uzaylının gezegende ilk belirdiği an, savrulan olaylar, ele geçirilişi, savrulan olaylar, mahkeme ve idam.

İdam demek doğru mu? İdam edilemedi ki.

İdam edilemeyişi sırasında savrulan olaylar, nihayetinde uzaya döndürülüş, kısaca idam deyiverdim.

Ha, tamam. Nerden başlıyoruz? Şu idam kısmı çok zorlayacak. Olayları savurmak yani, adamın, pardon uzaylının, öldürülmeye çalışılıp öldürülemediği nasıl bir kareografiyle aktarılabilir seyirciye, kuramıyorum.

Kareografi daha sonraki iş. Zaten temada ciddi boşluklarımız var. Önce onları halletmemiz lazım.

Katılıyorum. En başta uzaylı var. Konseptimiz gereği bunu bir aktöre oynatmalıyız ama gerçeklere bağlı kalmak güç tabii bu durumda. Bir hayvana oynatsak? Boyutların gerçekliği açısından diyorum. Mesela bir şempanze.

Özel amaçlı hayvanlar koleksiyoncularından tam şempanze olmasa da benzer bir hayvan buluruz bulmasına da, sahneye sabitlemek konusunda sahibinden izin alabilir miyiz bilemiyorum? Zor iş. Belki bir çocuk. Ne dersin dostum, şöyle eciş bücüş bir şey bulabilir miyiz?

Kafes ne olacak kafes? Işın olmaz diyorsunuz, içi görünmeyen bir kafes olacaksa boşu boşuna uzaylı aramayalım. Sadece kafes. Kapalı kutu, yani muamma!

Ya kafes ya uzaylı diyorsan... Ama bize ikisi de lazım, ikisi de. Başta tabi uzaylı kafeste olmayacak. Sonra, kafese alınmasından sonra, kendisi nasıl görünecek? Görünmeyebilir, o da bir seçenek.

Olmaz, insanlar uzaylı görmeye gelecek. Kıyameti koparmak istiyorsan oyunun en canalıcı görüntüsünü gözden uzak tutamazsın. Şuna bir bak.

Gördüm. İğrenç.

Bu üzerindeki derisi mi, giysisi mi?

Bilinmiyor. Örnek alınamamış.

Bence giysi. Uzaydan çırçıplak gelmiş olamaz ya. Nasıl yapacağız? Bir insana bu kostüm giydirilebilir fakat görüntüsünü benzeteceksek, bir hayvanı bunun içinde tutamayız.

Maket kullanılamaz mı? Nasıl olsa kımıldamayacak ve konuşmayacak. Sadece duracak.

Olmaz. Başrol oyuncumuz canlı olmalı. Canlılığı olmazsa asla etkisi olmaz. Orada biri olmalı. Çünkü uzaylı oradaydı. O giysinin içinde yaşayan, istenci olan ve kendisine yaklaşan herkesi etkisi altına alan doğaüstü güçleri olan bir şey vardı. Seyirci varlığını hissetmeli.

Üzerinde göz olan giysi mi olur?

Gözler, tabii bu çok önemli. Gözleri seyirciye vermeliyiz.

Senin fotonikçi ne diyor?

Diyor ki, fotoğrafta böyle görünüyormuş çünkü bizim ışık spektrumunda böyle bir dalgaboyu yokmuş. Ama halledecek.

Nasıl?

Bize girdap hissi verecek şekilde dönen mor ve siyah bir ışıkoyunu hazırlayacak. Boşluk hissini, ürküntüyü yakalayacağız. Güzel, güzel, merak etme.

Halogram olmasın?

Değil. Üzerinde çalışıyor, gerçek olacak. Yani, aslına benzemeyecek tabii, ama zaten aslının neye benzediğini bilen kimse yok, en azından neye benzediğini anlatabilecek durumda olan kimse yok.

Bak o önemli. Vurgulamak için çok iyi bir anlatım bulmamız lazım.

Nasıl bir çılgınlık yapalım?

Bilemiyorum. Bir çeşit travma tabii. Bu güne kadar kurbanlardan düzelen olmamış. Ama bulgular sahne açısından çok çarpıcı değil. Şöyle bir izlek düşünüyorum: Uzaylıya ilk yaklaşan insanlar, dostça bir tavırla, hediyeler ve ikramlarla yaklaşacak, kadınlar ve çocuklar, ve aile babaları. Sade ve iyi insanlar, burada jestler önemli. Ve hepsi iletişime girdikleri ilk birkaç dakika içinde değişmeye başlıyorlar.

Bunu yapabiliriz, ağızlar çarpılır, gözler sabit bakar, robot adımlarıyla yürürler,o kısım kolay.

Evet bunu sahnede verebiliriz, canlı, neşeli, hayat dolu insanların zombilere dönüşümü. Olay gerçekte ilk altı saat içinde gerçekleşiyor, oyunun akışı içinde süreç belirlememiz lazım. Bence bu bölüm yirmi dakikadan az olursa gerçeklik hissini kaybedebiliriz, daha uzun olursa seyirciyi kaybedebiliriz.

Yirmi dakika iyi, dolduracak malzeme var.

Sonra sahne ağır ağır, fazla hissedilmeden boşalsın, güvenlik görevlileri aniden girsin, orada bir keskinlik yaratmak lazım. Dört taraftan birer panel ile yaklaşıp uzaylıyı kafese alacaklar. Gerçekte kurşun bir muhafaza kullanılmış. Tam yalıtımlı, altı santim eninde dökme kurşun levha. Uzaya gönderilişine kadar uzaylı bunun içinde kalmış. Yani onu bir daha gören yok. Ama biz onu kapatırsak, en büyük görsel unsurumuzu kaybetmiş olacağız. O yüzden sembolik bir kafes kullanalım diyorum. Uzaylı görünsün.

Görüntüden öteye geçilebilir. Salona kokusunu verebiliriz.

Hatta sembolik olarak sesini verelim.

Sesi yok ki?

Var. İçsesi var. Fısıltı ve hışırtı işeklinde insanlara onu hissettirmeliyiz. Şeffaf bir kafese koyar, kapatıldığı anda sahne merkezinde bir kontrast yaratıp gözleri vurgularız, kokuyu ve sesi keseriz. Böylece cam kafesin anlamı sembolik olarak dilsiz anlatım yoluyla yerleştirilmiş olur. Bunun gibi birkaç canalıcı gösteren bulsak, tiyotroyu kuru dilden kurtarmanın yolunu bile açabiliriz.

İçses ne anlatacak peki? İçsese kelime söyletmeden uzaylının çıldırtan mesajını da kitleye vermenin yolunu bulmak lazım değil mi?

Gürültünün müziği dostum, gıcırtının, takırtının, hışırtının müziği. Kelimelere ihtiyacımız yok.

Tabii ki, ama senin gürültün tıpkı korku veren müzik, gerilimli müzik, tehlike müziği , epik müzik, ve bunların içeriğini oluşturan her türlü ses gibi insanların önden koşullandırılmış hafızalarına konuşacak, ki bu seslerin her türlü kombinasyonu önceden kelimelerle, son derece kesin anlamlarla anlamlandırılmış. Uzaylını nasıl bir müzikle konuşturacaksın da oyunu dilden kurtaracaksın, buyur yap görelim?

Sırf uzaylıyla olmaz tabii, ama tüm oyuncuları dilsizleştirirsek bu kaydadeğer bir girişim olur. Burası önemli. Dilsiz bir oyun yapabiliriz ve yapmalıyız.

Ne demek dilsiz? Kelimeleri aşmak konusunda hemfikrim ama dili tümden reddetmekten bahsetmiyoruz değil mi?

Neden olmasın? Dili tümden reddedelim. Sahneyi dokulara, ışığa, şiirsel sessizliğe bırakalım. Hışırtılara ve kendinden geçişlere. Çılgınlığın bakir topraklarına terkedelim.

Peki olaylar? Onlar nasıl savrulacak?

Olaylar! Olay dediğin nedir ki? Kişilerin ve eşyaların çeşitli kombinasyonlarının bir eksende dizilimi. Sahneyi döndürelim. Soyut değil, somut bir merkezkaç. Ve uzaylı, çılgınlığın kalbi. Sessiz şiirimiz. Kurtarıcımız! Bunu yapabiliriz değil mi? Sahneyi görüntüleri savuracak hızda döndürecek para var! Sahnenin çevresini açar, karartılmış zemini minder kaplatırız. Heyecandan titriyorum üstad, başdöndürücü bir şey olur.

Ama o zaman asıl amaçtan sapıyoruz. Bu çok yoruma açık bir tema olur.

İstediğimiz de bu!

Cık. İstediğimiz hiç de bu değil. Daha doğrusu bizden istenen bu değil. İstediğimiz gerçek bir tiyatro. Gerçek herkes için aynı olan şeydir, yoruma açık değildir.

Yapma azizim. Gerçek diye bir şey yoktur ki.

Gerçek diye bir şey olmayabilir ama gerçek olduğu öne sürülen iddialar vardır, şimdi bu dil soyutlaması her şeyi baştan aşağı değiştiriyor. Ortada şöyle bir yadsınamaz gerçek var ki, bir uzaylı bu gezegende bizim kanunlarımızla yargılandı ve idama mahkum edildi. Şimdi sessizliğin şiirinin içinde suç nasıl gösterilecek? Kelimeler yoksa bir sanık neyle suçlanabilir?

Suçlanamaz. Sessizliğin şiirsel akışında delilik alevlendirilebilir, bu bir kriz olur, kaos olur, oyunun doruk noktasına kadar dönüş ve çılgınlık, birbirine ayak uydururcasına gitgide artar, artar, sonunda son hızla dönen sahne bu çılgınlığı savurur.

Tıpkı üstadın dediği gibi, oyun coşkusal ve aynı zamanda vebasal bir yokediciliği ve aynı zamanda saflaştırıcılığı temsil eder. Kötülük son kertede arınmaya ulaşır, kaotik dönüşün son hızında herşey savrulur, sahne boşalmış ve bir anlamda kurtarılmış olur, tam bir katarsis!

Seyircilerin başı döner, fenalık geçirenler bile olur.

Bir kere yaparız, sadece finalde...

Sonrası; sessizlik... Sahne karartılır. Sonsuz boşluk.

Evet, uzaylı artık boşluktadır. İnfaz gerçekleşmiş, ve bir anlamda da sonsuza dek gerçekleşememiştir.

En büyük kötülüğün ve yutucu boşluğun temsilcisi ve aynı zamanda kefareti bedeniyle ödeyen uzaylı, boşluğa karışır. Son derece mistik.

Ve gerçek.

Evet. Her şey böyle oldu gerçekten.

Peki anlaşılacak mı? “Odissea’nın binbirinci günü”nün akibetine uğramıyalım.

Bir içerik metni dağıtılabilir.

Haydaa! Dilden kurtuluş ne olacak peki? Teslim bayrağımızı savura savura savaşa gidişimizin resmidir!

Saçmalıyorsun gene azizim. Şimdi dağa savaş mı açalım? Dilsizliği öge olarak kullanmaya karşı değilim ama bu kadar sivri yaklaşımlar bizi batırır. Baştan beri anlamsız buluyorum bu çabayı zaten. Dilden kurtuluşumuz yoktur, bundan üçyüz yıl önce de yoktu, üçyüz yıl sonra da olmayacak.

Anlamıyorsun! Anlamıyorsun çünkü, çok üzülerek söylemek zorundayım, mankafasın. Bunun üç yüz yıldır beklediğimiz fırsat olduğunu, nihayet sanata karşıt salt mantığın en birincil silahının tahtından indirilmesi için ele geçen en muhteşem örnek olduğunu, çünkü bunun gerçek ve aynı anda metafizik bir vaka olduğunu görmüyorsun! Bu dili aşmak için ilk ve tek fırsatımız. Ve biz bu eşsiz temayı cümlelere boğarak bataklığın dibine göndermek üzereyiz!

Fakat tematik olarak...

Zrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!

Bu ne?

Zil. Görevden alındık.

Ne diyorsun? Ne zili?

Boşalt zili. Projeden alındık. Ödeneğimiz düşürüldü.

Nasıl olur?

Bal gibi olur. Ya halogramcılara ya antropologlara kaptırmışızdır. Ya da kaydadeğer gelişme gösterememişizdir.

Valla düşünüyorum da bu defa kavramsal sakıncalar kapsamında inceleme öngörülmüş bile olabilir...

Ama... Nasıl?

Üzmeyin canınızı üstad. Zaten bizim toplumumuz bu tür radikal değişimlere hazır değil.

Evet, oluyor böyle şeyler. Müsadenizle ben kaçıyorum, onbeş dakika sonra tema sunumum var.

Endişelenmeyin canım, bu güne kadar incelemeye alınan hiçbir kavram resmi olarak sonuçlandırılmadı. Açık dosyaları üstüste koysak Ay’a asansör tertibatı kurmak gerekmezdi.

Aman tanrım. Derhal eve dönüyorum. Bu gezegende özgür sanat yapılamaz.

Dönemeyecek olursanız haberleşelim üstad, fikirlerinizden etkilenmemek mümkün değil.

Ne demek dönemeyecek olursam...

Herhangi bir sebeple demek istedim. Bürokratik engeller falan. Yanlış anlamayın.

Nasıl olur canım öyle şey?

Evet efendim, saygılar.

2005

OKULLU OLMAK

Dünden beri yatıyorum, kafamın içi muhallebi gibi. Beni rahatsız eden nedir? Doktorun bakışları tabii. Homurdanarak sırtımı dönsem defolup gitmez. Hiç kımıldamazsam, sıkılıp gider mi? Gene gitmez. “Vitaminlerini almamışsın. Hişt, Osman, kalk, yut şunları.”

“Git burdan.”

“Yutsana oğlum şunları!”

“Cık.”

Gözümü açmadan biliyorum. Sabah kalkmış, banyo yapmış, traş olmuş, kahvaltısını yapmış, e vitaminini yutmuştur. Bölüme gitmiştir, derse girmiştir, bütün işleri bitmiştir de ondan gelip musallat olmuştur. Yuvasındaki tek sağlıksızlık benim de ondan, iki haftadır her gün bu bahar temizliğine kalkışıyor bu herif... “İlaç almıyorum dedim, kaç kere söyledim, benim de prensiplerim var.”

“Başlatma prensibine. Kokuyorsun. Kalk yıkan. Şunları yutsan bunların hepsi geçecek ama... Neyse sen en azından pasifsin, hayatını mahvetmekte senden daha beceriklileri de var!”

Sesinde değişik bir tını var, kimyasal olmayan enerji. Zevk bile denebilir. Beni uyandırmayı başardı.

“Ne oldu?”

“On dört gün. On dört gündür sabrediyorum, olan bu. İki hafta demiştim, eder ondört gün. Bitti. Ya bu gün akşama kadar insana dönersin, ya da?...”

Yarım açık gözlerle gerisini bekledim. Yapmasına yapar ama yapacağını söyeyemez inek. Diyemedi. “Bu konuda benim bir şeyler yapmam gerekecek.”

“Onu sormuyorum,” dedim. “Okulda ne oldu?”

“Nasıl yani?” Konuşmaya üşenince yaptığım gibi yaptım, sinirden gözlerimi devirdim. Genellikle yanıtı hızlandırır. Üstelik şiddet tehdidi şiddete başvurmaktan daha kolay ve daha ucuz ve daha etkili, en azından onun üzerinde. Bu adamla aynı kanı taşımamızı yamuk kafalı Mendel nasıl açıklardı acaba? Her neyse, arkamdan istediği numarayı çevirebilir ama önümde dururken baskın olan ben olmalıyım. Derhal çekinikleşti, aferin. “Fakülte birincisi var ya, aranıyormuş.” Gözleri fıldır fıldır dönüyor, bu çok özel dedikoduyu hakedecek kadar gözüne girmiş demek büyükbaşların. “Projesiyle birlikte ortadan kaybolmuş, nükleer tıp labındaki bütün bilgisayarları formatlamış ve yedekleri de imha etmiş.” Zevkten geberecek. İyilik perisiyle karşılaşsa başka bir şey dilemezdi. Onun için gelip dadandı şimdi bana. Yeni bir hayata başlıyacak, bu günden itibaren, önü açık, geleceği parlak, önüne düşecek tek bir gölge yok. Kardeşi dışında, o da gölge sayılmaz, leke olmasın da. Bu gün beni ya temizleyecek ya temizleyecek.

“Kampüs sivil kaynıyor, her arabayı, her koliyi, her yeri arıyorlar, herkes kontrol altında, buradan çıkmış olamaz, içeride bir yerde, bulunması an meselesi.”

“İçeride olduğu ne malum?”

“Labda kamera var, milyar Euroluk projeyi çobanlara teslim edecek değiller herhalde. Ne yaptığını anladıkları anda harekete geçmişler ama çok geçmiş tabii... Bir terslik olduğunu ancak numune şişelerinin tümünü teker teker sıcak plazma haznesine boşaltmayı bitirdiğinde anlamışlar. Soğukkanlıymış değil mi?.. Labdan çıkmış ama uzaklaşmış olamaz.”

Vay canına, fakülte birincisi ha... Belli miydi böyle bir şey olacağı? Hayır, hiç değildi. En ufak şüphe olsa şimdiye kadar çoktan en etkilisinden bir bok zerketmiş olurlardı kulak tozuna.

“Kimseye söyleme demiyorum, çünkü zaten kime söyleyeceksin ki? Evden çıkmazsın, kimseyle konuştuğun yok, zaten burda fazla kalacağını da sanmıyorum. Ne yapmayı düşünüyorsun gerçekten? Yani okulu bırakırsan? Bursunu neyle ödeyeceksin?” Bu konuda gerçekten endişendiğinden şüpheleniyorum. Acaba sadece fazla mı uyum göstermiş? Çizgiye basanların oracıkta taş olacağına inanıyor mudur mesela? Yoksa başına bir bela sarmamdan mı korkuyor? Herhalde ikisi de, ama daha beni ihbar etmeye karar vermedi. Dur hele, önce şu birinci bulunsun, adamların dikkatini dağıtmaya gerek yok, şimdilik.

“Kaç gündür aranıyor?”

“Üç gündür arıyorlarmış. Bulurlar herhalde yakında.”

Arkamı döndüm. Gitmesini bekliyorum. Allah kahretsin, o da en az benim onu tanıdığım kadar tanıyor beni. “Baksana bana Osman... Nereye girmiş olabilir bu herif, sen bilirsin?”

“Cebime bak...” dedim. Sesim istediğimden daha boğuk çıktı.

Yanlış! Bazen evden çıkıyorum. Geceleri. Konuştuğum biri de var. Ve doğru. Nerede olduğunu biliyorum. Bu lanet olası yerde, güvenliğin aradığı birinin üç koca gün bulunmadan durabileceği bir tek yer var. Bir tek yer...

Bundan altı sene önce tam sağlık projesi kabul edildikten sonra kampüs askeri üsse dönüştü. O günden beri herkes karantinada, herkes gözetim altında, herkes fişli. Küçük bir ülkenin mutlu köleleriyiz. Formül geliştirilmeliydi ama bir yandan saklı da tutulmalıydı. Gönüllü denekler için ayrıca bir yerleşim merkezi kuruldu. Tel örgüyle çevirildi, maksat dış etkileri minimize etmek, içeride restoranları, kuru temizlemecileri, okulları, alışveriş merkezleri var, standart denen kartların limiti kadar istediklerini tüketebiliyorlar, çoluk çocuk yaşayıp gidiyorlar. Rutin sağlık kontrolü altında, yeni formülü alıyorlar. Yeni formülü alıyorlar dediğim, genleri modifiye ediliyor. Tüm hücre çekirdekleri DNA bombardımanına tutuluyor. Ne kadar sürecek, ölene kadar. Yani tek yön. Ama burada yaşamak yaşayamamaktan iyi diye düşünüyorlar. Hayatlarından memnunlar, buraya geldikten sonra o kadar hızlı hanımefendilere ve beyefendilere dönüşüyorlar ki akıl almaz. Canla başla zengincilik oynuyorlar. Nufusun yaş ortalaması da gitgide düşüyor, gitgide daha hayat dolu bir güruh oluşturdukları söylenebilir. Yaşlılar yeniden yaratılmaya karşı fazla dayanıklı değil. Ölüm hastalığında erken teşhis çok önemli. Onlara acımam gerekir mi, hiç bilmiyorum. Hayatları satılık, kulağa kötü geliyor, ama hangimizinki değil ki? Şu burs meselesini alalım, onlardan tek farkımız kendimizi onlardan saymamamız. Çünkü bizler seçildik, sınavla ilk tercihlerimize seçildik, onlarsa son çare geldiler. Kimin daha çok kandırılmış olduğundan emin değilim.

Bu altı senenin dördüncüsünde bir adam çıkageldi, neydi adı? Bir fizikçi. Elinde sağlıklı işler bakanlığından imzalı bir proje teşvikiyle çıktı geldi. Yepyeni bir önerisi vardı, hücreleri değiştirmek yerine yenilerini yapmaktan bahsediyordu. Tabii bu interdisipliner bir çalışma olacaktı, kalabalık bir grup çalışması öngörülmüştü, her disiplinden birer temsilci. Adama insan, laboratuar, malzeme ve ödenek tahsis edilecekti, rica gibi görünüyordu ama daha fazlasıydı. Yıllık bütçenin yeniden gözden geçirilmesi sözkonusuydu. Fizikçi sağlıklı işler bakanının yakın bir yakınıydı. Falan filan. Enstitü adama derhal kucak açtı, maddi yetersizlikten ötürü özür dileyerek ve bir lavabonun bir laboratuar demek olduğunu hatırlatarak eski çayocağını ona tahsis ettiler. Her disiplinden birer öğrenci alması için başvuru açık tutulacaktı, bu arada o disiplinlerden birinden halihazırda açıkta bulunan bir burslu öğrenci vardı. Bir inşaat mühendisi verdiler ona. Ketleyemedikleri tek şey adamın bütçesi oldu. O da kısa zamanda dört milyon Euro’ya sekiz kallavi aygıt alıp çayocağının önüne koydu. Lavabo vardı ama yer yoktu, ve bu cihazlar kıymetli şeylerdi. Fizikçi koridorun bir kısmını kontraplakla kapatmak ve kullanmak için izin istedi, rektör verdi. Kontrplağın arkasına hemen bir duvar örüldü, inşaat mühendisi bu kapısız hücreye kapatıldı. Tabii ki laboratuvarına girip çıkışı serbestti, sadece biraz zahmetli olacaktı, o kadar. Kızcağızın bundan tamamen vazgeçmesi çok kısa sürdü. Çayocağının servis penceresinden, bunun açıldığı oda fizikçiye verilmişti, temel ihtiyaçları karşılanabilirdi ve karşılandı, yani çoğu. Kız biraz içine kapanıktı, fizikçi de tuhaf bir adamdı. Kimse sorumluluk almadı, kimse müdahale etmedi, kimse toz kaldırmadı, sonuçta unutuldular.

Burada daha ne gizli işler döndüğünü merak ediyorum. Ne kadarını biliyorum? Herhalde çok azını. O kadarını biliyorum, çünkü açıkta kalan o inşaat mühendisi sevgilimdi. Hala da öyle. Bunları biliyorum, çünkü biz de iki senedir Rapunzel’cilik oynuyoruz. Başta korkutucuydu, sonra heyecanlı, daha sonra da sadece zor. Okulu bırakıyorum. O da bir seçim yapmalı artık, ya ben ya hücresi. Şimdi, düşünüyorum düşünüyorum, beynimden ateş çıkacak. Birinci denen o herif, üç gün boyunca saklanacağı bir tek yer olabilir, kimsenin bakmayacağı, bakamayacağı bir tek yer.

Her yerde projektörler, bir cambazlık yapmadığımız kalmıştı. Güç bela binaya girdim, üçüncü kata çıktım, kapılar kilitli, solar enerji labında kimsenin gece işi olmuyor tabii, en azından şimdiye kadar bir sorun çıkmamıştı. Şimdi de çıkması için neden var mı? Boşver. İçeriden kilitledim. Her zamankinden daha sessiz olmaya çalışarak köşedeki mermer levhayı kaldırdım. Sanki her zamankinden daha çok gürültü çıkardı meret. Başaşağı sallandım. Toplantı çoktan başlamış.

“Hoşgeldin,” dedi fizikçi. “Tanışmış mıydık?” Adını hatırladım şimdi. Ergun.

“Resmen tanıştırılmamıştık,” dedim. “Ama ben sizi tanıyorum.”

“Bilmukabele,” dedi. Kayıp birinci sakin görünmeye çalışarak iki spektronun arasında oturuyor. Ama saklayamıyor, biraz sinirli.

“Naptın lan?” dedim. Omuz silkti. Tanışırdık ama hiç bu kadar samimi olmamıştık. Durumdan hoşlandım. Battık! Köşeye sıkıştık! Yaktık kendimizi! Vay anasını!!! Geçip karşısına oturdum, kendi evimdeymiş gibi rahatım. Bütün bunlar kimin başının altından çıkmış, öğrenelim bakalım. Gökçe gelip arkama oturdu. Elini sırtıma hissetmek beni yatıştırdı, o benim, sorun yok. Diğer ikisi kaldıkları yerden devam ediyorlar. Fizikçi ekrandaki simülasyonu mıncıklamaya çalışarak bir şeyler anlatıp duruyor. Bir türlü dikkatimi veremiyorum ama ne dediğini biliyorum zaten. O simülasyonu ben yazdım, her şey bittikten sonra Gökçe de sentezledi. Adını HOM koyduk. Eee?

“İşte” diyor Ergun, “DNA’ları kesip hücre çekirdeğinin içine sokmak ve hücre bölünmesinden sonra neler olacağını seyretmek yerine…”

“”Anladım,” diyor birinci, “Tüm hücrelerin içinde eşzamanlı olarak yeni DNA’yı devreye sokuyorsunuz…”

“Evet” diyor Ergun, “birsonraki nesli beklemeye, bir sürü öngörülemez mutasyonla bozulmuş sonuçları ayıklamaya çalışmaya hiç gerek yok. Bu yöntemde mutasyona uğrayacak vakit yok…”

Anında görüntü.

“Yapacak mısın?” diye soruyor Ergun.

“Bilmiyorum,” diyor Arif.

“Bunu yapabilecek biri varsa o da sensin. Düşün. Durumuna bir bak, bir anda her şey değişir. Şimşek hızıyla işler tersine döner, kahraman olursun. İnsanlığı meçhule giden bir yoldan kurtarıp, kusursuz bir dünyanın kapılarını açan adam olacaksın!”

“O işlerin öyle olacağından emin değilim.”

Bu Arif sağlam pabuç galiba.

“Bir şey bulma çılgınlığı işin içine girince… Bakın , bu bilim kurgu yazan bir doktorun lafıydı, kendisi ne kadar ciddiyetle yazdı bilmiyorum ama, ben baya ciddiye aldım. Bir şey keşfetmek manyaklık. Kör edici bir şey. En masumu bile. Herhangi bir şeyi keşfetme hırsına kapılınca, acaip bir şey o. Ne bileyim işte, siz fizikçisiniz, Oppenheimer’ın lafını bilirsiniz, günahla tanışan tek bilim fizik değil…”

Kaşını kaldırıp bakıyor, sessizlik.

“Keşfetmek var ya… Bir şey keşfetmek, ne olursa olsun. Penisilin ya da periyodik tabloya bir dipnot, ya da daha önce kimsenin fark etmediği bir böcek, ya da en iyisi, bir ilaç! Bir şeyin ilacı, şimdi en büyük keşif bu. Ama neyin? Fark etmez, sen ilacı bul, gerekirse hastalığını bulursun, daha da iyisi, yaratırsın. Hepsi böyle değil mi? Yeni bir malzeme yap, nasıl olsa yaradığı bir iş bulunur. Yeni bir bakteri üret, nasıl olsa kullanılacağı bir yer vardır, bir şey üretmeye yaramazsa bir şeyi çürütmeye yarar, çok şanslıysan biyolojik silah olabilir. Artık işin boku çıktı, yeni bir gen yap, nasıl olsa ortaya bir yaratık çıkar. Sonra da onu incelersin…”

Gene baktı, Ergun düşünceli görünüyor. Ben ifadesiz kalabildiğimi sanıyorum. Gökçe arkamda, yüzünü görmüyorum. Ama eli hala sırtımda, demek ki aramızda bir sorun yok.

“Freud’un psikiyatriden önceki parlak buluşunun ne olduğunu bilir misiniz? Bilinçaltından önce kokaini keşfetti. Harika bir ilaç, dili çözer, enerji verir, mutluluk verir, medeni cesaret verir.”

Yüzünüzü güldürür yani. İyiymiş.

“Peki bu harika doğal ilaç ne işe yarar? Mutsuzluk, tutukluk, yorgunluk, umutsuzluk… Bunlar alelade şeylerdi ve kokain daha iyi bir hastalığa layıktı, daha spesifik, daha bilimsel, daha gösterişli bir hastalık. Freud buldu, anestezi. Bundan bir yıl sonra morfinmanların tedavisinde kokain kullanılması öneriliyordu. Kokainin yıldızı hızla parladı ama Freud dizginleri kaptırmıştı, keşif çoktan parsellenmişti. Kokainden voliyi vuramayan Freud uygulamadan teoriye dönüş yaptı, Charchot’nun histeri hipoteziyle Breuer’in bilinçdışı kuramını , Sabina Spielrein’in ölüm içgüdüsünü aşırmış olması psikanalizin babası olmasını engellemedi, muhtemelen kavuştuğu ünü hak etmiştir, ama akademik kariyerinde bambaşka bir yöne çark etmiş olsa da, kokainden ömrünce vazgeçemedi.”

“Neden anlatıyorsun şimdi bunları?”

“Çünkü bir keşif, bir inanç meselesidir. Ve bu da herhangi bir inanç kadar kördür, ya da körü körünedir. Şimdiye kadar yaptıklarıma inanmadım, yapabilseydim yapardım, inanın ki... Ve o zaman şimdiye kadar çoktan kendi üstümde denemiş olurdum. Freud’dan bahsetmemin nedeni bu, o aşağılık herif bile ilacını kendi üzerinde denedi. O projeyi bu yüzden imha ettim, anlıyor musunuz. Kendi üstümde denemeyeceğim bir şeyi kimse üstünde denemeyeceğim. Bu konuda istediğinizi düşünebilirsiniz. Ama sanırım Reich’a hep gizli bir yakınlık besledim. Sizce bir anlamı var mı?”

“Peki ne yapacaksın? Genç adam, asıl senin için şu sözlerin bir anlamı var mı: Bu senin son şansın! Bunun dışında her şeyini kaybettin, her şeyini…”

“Kaybedilmesi en zor şey entelektüel namusmuş.”

Çok fazla okumuş. Sorunu bu.

“Ne demek istiyorsun?”

“Şunu. Ben bir şey keşfetmek istemiyorum. Bir şeye bulaşmak da istemiyorum. Bunların parçası olmak istemiyorum. Ölüme çare bulmak da, birilerinin ölmesine neden olmak da istemiyorum.”

“Peki ne istiyorsun?”

“Ne mi istiyorum?”

“Evet. Elinde büyük bir güç var. Bilgi güçtür. Çok büyük bir güç. Bizim elimizde bir bilgi var. Senin de var. Şimdi buradan çıkıp gidersen yarına kadar bir hiç olacaksın. Ama güçlerimizi birleştirirsek, yarın kimse yolumuza çıkamaz… Hiç kimse! Şimdi söyle, istediğin nedir?”

Reenkarnasyon varsa bu adam Napolyon.

“Bilmiyorum, bunu değil.”

Sadece hayatta kalmak ve çiftleşmek neyimize yetmez bilmem.

Dönüp baktılar. Sırtıma bir çimdik yedim. Bu kez içimden söylememişim onu fark ettim.

“Bütün türlere yetiyor da bize niye yetmiyor? Yok ya, merak ettim sadece…”

Hala tuhaf tuhaf bana bakıyorlar. Allah, Allah. Ayı mı oynuyor?

“Yaşadığımız hayata bakın. Uyumak değil, yemek yemek değil, sevişmek değil, tamam onları da yapıyoruz ama hep başka bir şeylerin peşindeyiz. Bir açlık var bizde, bir açık, bir kusur. Evrimde bir yerde bir halka kopmuş, ne bileyim, bir ucumuz açık kalmış, bir şeyler olmuş işte… Bir açık ki bilmemkaç milyon yıldır büyüdükçe büyüyor.”

Ayağa kalktım. “Sizi bilmem,” dedim. Sesim boğuk çıkıyor, biraz da hırıltılı. Genzimi temizledim, geçmedi. “Ama ben ne istediğimi biliyorum.” Gökçe de ayağa kalktı, omzumu sıkıyor. Bastırıp beni oturtmak ister gibi. Ama gerçekten biliyorum. O kadar büyük bir kesinlikle, o kadar büyük bir kararlılıkla biliyorum ki, kanım damarlarımda zonk zonk zonkluyor. Bütün bunlar saçmalık. Vakit kaybediyoruz, şimdiye kadar sadece vakit kaybettik. Tek bildiğim bu, artık kaybetmemeliyiz. Döndüm. Şimdi istiyorum, hemen. Gözümün önünde sadece o var. İstediğim tek şey, bütün engellerden, kılıflardan, tüm boğucu gebertici şeylerden kurtulmam lazım. O da kurtulsun. Sonra da sarılıp yatmak istiyorum. Kollarımla bacaklarımla sarılıp, yüzümü etine gömüp…………………. Acıdı…

“Neydi bu?”

“Morfin. Böyle bir şey olmasından korkmuştum. Ama o kadar emindi ki…”

“Neyden?”

“HOM’dan. O kadar emindi ki. Kusursuz olduğundan emindi. Sanırım.. ben de emindim. Sonuna gelmiştik, anlıyor musunuz.. Ötesi yoktu. Uluslar arası sağlık arşivi kayıtlarının şifresini kırdı.Veri bankasına programını yerleştirdi. Programı orada çalıştırdığı zaman, bunu başardığına inanamadık. Ama yaptı. Süperdi….”

“Ne programı?”

“Simülasyonuna veri sağlamak için yaptığı bir program. Kusursuz DNA’yı deneme yanılmayla bulmak imkansızdı. Parametrik çalışma yapmak için parametrelerin bilinmesi gerekiyordu. O da bir nöral ağ taslağı hazırladı, ama kriter vermedi, program kriterleri kendi belirleyecekti. Çok fazla veri lazımdı, o da işte, arşive soktu. Program oniki milyar kişinin kayıtlarını işledi, genetik yapılarını, hayat boyu yapılan tüm tahlillerini, işlerini, sabıkalarını, vücut ölçülerini, hobilerini, fobilerini, alkol tüketim alışkanlıklarını, trafik cezası kayıtlarını… her şeyini. Kusursuz DNA modelini çıkardı. Ben de sentezledim. Sonra HOM’u E’ye yükledik.”

“Bir dakika… HOM nedir? E nedir?”

“HOM onun programına verdiğimiz addı, DNA tasarım programı. E de benim virüsüm.”

“Sentetik DNA’yı virüsle mi gönderecektiniz? İşe yaramaz ki? Her türlüsü denendi. Kontrol altında tutulması imkansız.”

“Herhangi bir virüs değil. Bunu kendimiz yaptık. HOM’un ilk harikasıydı. Basitti tabii, sadece boyut, işlev ve yaşamsal özelliklerini minimize ettik. HOM bize genetik yapısını tasarladı. Onu bir virüse verdik, üçüncü nesilde hala mutasyona uğramamıştı, çünkü çok basitti. Sadece taşıyıcıydı, ve oksijenle çoğalıyordu. Bu yüzden hemoglobinlere yöneliyordu, ve taşındığı sürede çoğalıyordu ama kontrollü olarak çünkü kan hücrelerindeki oksijen miktarı sınırlıydı ve oksijen sarfiyatı bir seviyeye düştüğü anda kendini korumak için çoğalmaya son veriyordu. Hemoglobinler arasında aktarılıyorlardı, hem de inanılmaz bir hızla. Bir anda bütün organizmaya yayılacaklardı ve hiçbir zararları olmayacaktı. Hafif bir nefes darlığı dışında hiçbir etkisi olmayacaktı. Çekirdeğe girene kadar. Sonra oksijensiz kalıyordu, ilk işlevini yani bölünmeyi yerine getiremediği anda ikinci işlevine dönüyordu. Yani sadece taşıdığı genetik yapıyı hücreye aktarıp yok oluyordu. “

“İnanılmaz…”

“Evet, inanılmazdı. Tek bir sorun bile yoktu. DNA vardı, taşıyıcı sistem de hazırdı. Tek eksik…”

“Bir denek.”

“Hayır, bir doktordu. O hiçbir terslik olmayacağından emindi, ama ben değildim. İşler ters giderse, vücutta olanları tanımlayacak, belki geri döndürecek birine ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum.”

“Hangi vücutta?”

“O işte. Osman. Virüse DNA’yı yükledik. O da kendine verdi…”

“Nasıl?”

“Enjektör diye bir şey biliyor musun doktor?”

“O kadar basit ha…”

“Evet. O kadar basit.”

“…….”

“Ne zaman oldu bu?”

“On beş gün oluyor.”

“Neden bana hiçbir şey söylenmedi?”

“Çünkü bu bizimdi… Her şeyi biz yaptık.”

“Ama bu benim projem!!! ”

“Ama bizim hayatımız!” Gökçe kalktı, soğukkanlılıkla… “Olmadı,” dedi. “Denedik, olmadı. DNA kusursuz değilmiş. Artık geri alınamaz değil mi?” Doktor başını salladı; “Hayır.”

“Ne yapacağız onu?”

“Bilmem, burada ne kadar tutabiliriz, ya da nereye bırakabiliriz bilemiyorum? Sizin aklınıza bir şey geliyor mu Hocam? Kahretsin, her şey boşa gitmiş olamaz. Belki virüs hala bir işe yarayabilir. Belki hala kusursuz DNA’yı bulmak için bir şeyler deneyebiliriz. Ne dersin doktor?”

“Bilemiyorum,” dedi Arif. “Hiçbir şey bilmiyorum. Kusursuzun nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz ki?”

GÖZDE GENÇ

Şubat 2006

AYODYA

“Yolculuğumuzun sonuna yaklaşıyoruz sevgili yolcular. Son olarak birkaç hatırlatma yapmak istiyorum. Tüm kargomuz taşıma modülüne aktarıldıktan sonra, sizleri sırayla modüle yerleştireceğiz. Uzay gemimiz platformu terk ettikten sonra modül sizi Ay’a götürecek. Modüldeki yolculuğunuz yaklaşık dört saat sürecek. Orada karşılanacaksınız. Modülü boşaltmanız için yaklaşık bir saatiniz olacak. Acele etmenize hiç gerek yok. Sonra, sizi yeni bir hayat bekliyor. Ayodya’ya hoş geldiniz.”

Kaptan Kutake’nin yüzü kayboldu ve ekranda Ayodya belirdi. Yolcuların hepsi bu görüntüyü iyi tanıdıkları halde geminin salonundan bir uğultu yükseldi. Bu insanlar hayatlarının çoğu boyunca bu günü beklemişlerdi.

Teğmen Ayris aralarında dolaşıp notlar almaya, son enjeksiyonlarını yapmaya koyuldu. Bu Ay seferinde uzay gemisi Herod’un yüz on iki yolcusu vardı. Hepsi de çok heyecanlı, çok mutlu ve son derece sağlıklıydılar.

Kaptan’ın sesi bir an için tekrar duyuldu.

“Teğmen Ayris, işiniz bitince D kapısına gelir misiniz lütfen?” Teğmen başını salladı.

D kapısına doğru yürürken koridorun karşısından gelen Kaptan Kutake’yi gördü. En az kendisi kadar iri bir temizlik robotunu çekerek getiriyordu. Bütün dişlerini göstererek gülümsedi, sonra bir anda ciddileşti, “Evet Teğmen Ay-ris,” dedi heceleri teker teker vurgulayarak, “Temizlik zamanı.”

Platformun kapıları iki yana kaydı. Girişe kenetlenen modülü kısa koridorun ucunda gördüler. İki yüz kişiyi aya taşımak için tasarlanmış bir tür teleferik. Tamamen titanyum ve zirkonyadan yapılmıştı, iki yüz kişiye sınırsız konfor sağlamak için tasarlanan tüm mobilyalar silikonla kaplıydı, her şey duvarlara perçinliydi.

“Her seferde,” dedi Kaptan, “Burayı temizleyip aç bir orduyu yirmi gün tok ve sarhoş tutacak erzak yığıyoruz, orada hayallerinde bile göremeyecekleri bir lüks kendilerini beklediği halde buradaki her şeyi yanlarında götürüyorlar. Her şeyi. Süslü pipetleri, kağıt bardakları, meyvelerin sepetlerini bile… İnan bana, bu ayda bir şey var, o kibarcık hanım teyzelerle bey amcalar, ayın çekimine girdikleri anda kurt adamlara dönüşüyor olmalılar…” O gevrek gülüşüyle güldü. “İşte böyle Ay-ris’ciğim…” dedi, yine üstüne basa basa… “Morukların veda partilerinden kalanları temizlemek de bize düşüyor.” Robotun şalterini sert bir vuruşla kaldırdı. Girişi aşıp modüle girdi. “Tuhaf şey,” diye düşündü teğmen… Duvarlarda iğrenç görünüşlü, yer yer kabarmış, kurumuş lekeler vardı, “oysa yerler tertemiz…”

“Boş durma,” diye seslendi Kutake, “İki silah da sen kap.” Robotun vücudundan uzanan diğer hortumları gösteriyordu. Teğmen bunlardan birini çektiği anda ağzında kırmızı bir ışık yandı. “Dikkat et,” dedi Kaptan yine gülerek, “Bir yerine bir saniyeden fazla tutarsan seni de temizler.” Işığının düştüğü yerde lekeler kabarıp kaynaşmaya başlıyor birkaç saniye içinde de yok oluyorlardı.”

“Nedir bunlar?”

“Kimbilir… Herhalde pasta savaşı,” duvarda kuruyup kalmış bir et parçasına benzeyen kararmış kabarıklıkla yirmi saniye uğraştıktan sonra, “Ya da büftek…” dedi.

Tüm malzemeyi taşıyıp dolaplara yerleştirmeleri bir saatten fazla sürdü, duvara “Ayodya’ya hoş geldiniz,” yazısını astılar, silikon tiftiğinden yapılmış yumuşak yastıkları koltukların üzerine attılar, masaj yataklarını şarj ettiler. Uzanıp dinlenmek isteyenler için yumuşacık silikon örtüleri kanepelere yerleştirdiler. Kaptan kendisini bunlardan birinin üzerine attı. “Tüm yol boyunca her an kayıt altında olduğunu bildikten sonra, burada insan kendini özgür hissediyor,” dedi. Teğmen her yeri araştıran bakışlarını geniş salonda dolaştırırken, “Kamera yok ha…” dedi, “Emin misin?”

“Tabii… Denedim.”

“Nasıl denediğini bilmek istemiyorum.”

Kaptan gülerek doğruldu, yanını göstererek, “Ayşe…” dedi. Sesinin tuhaf bir tınısı vardı, gerçekten etkileyici adamdı. Tam bir ojeni harikası. Zeki, sevimli, güzel, fazla güzel… Belki de harcı karılırken şeytan tüyü biraz fazla kaçmıştı.

“Gel, buraya.”

“Adımı söyledin.”

“Evet, sorun değil, burası temiz. Kimse duymuyor.”

“Neden acaba… Bu biraz garip değil mi?”

Kutake omuz silkti. “Elektroniksiz bir dünya, çok romantik. Birinci mevki mehtap manzarası. Hadi gel,” dedi. “Ben sözümü tuttum, şimdi sıra sende.”

Kız itiraz etmeden yaklaştı. Kaptan’ın yanına oturdu. Kulağına eğildi, “İşte burada,” dedi, “Kımıldama …”

Kaptan’ın yüzü değişti. “O zımbırtıyı kulağıma mı soktun? Ne zaman?”

Bu kez kız omuz silkti… Avucuna koyduğu hap kadar mıknatısın üzerindeki vericiyi gururla gösterdi. Bu tıpkı minik bir kaktüs dikenine benziyordu. İlk saplandığında belki biraz kaşınmış olabilirdi, hepsi o kadar. “Vay canına,” dedi Kaptan İbo Teng Kutake. “Nereden buldun bunu?”

“DNA kayıt cihazı diye bir şey duymuş muydun, birkaç ferro-manyetik hücre herhangi bir dokuya ekiliyor ve ömrü boyunca aldığı her sinyali kodlanmış bir protein zincirine dönüştürüyor. Sonra tek yapacağın plazmadaki zincirleri enzimatik kod çözücüden okumak . Bir tek hücre çekirdeğine milyonlarca kilobit sığdırılabilir. Bu minik diken çok daha büyük işlere yarar ama ne derler bilirsin, en kestirme yol en iyi bildiğin yoldur.” Genç adamın yüzündeki şaşkınlığın tadını çıkardı. Sonra yüzü ciddileşti. “Senin duyduğun her şeyi ben de duydum piç kurusu. Kanıtım var derken blöf yapmıyordum. Beni küçümsememelisin.”

“İnan bana sevgilim, bir daha asla…”

“Bir daha diye bir şey yok. Birbirimizle hiçbir alıp veremediğimiz kalmadı… Bir daha görüşmeyeceğiz.”

“Ama döndükten sonra… Tamam, anlaşmamız böyle, ama daha dönmemize sekiz gün var, sevgili Teğmen Ay-ris, sekiz koca gün...”

Kız yanıt vermedi.

Yerçekiminden kurtulmanın insan vücudundaki her türlü yükü azalttığı uzun zamandır biliniyordu. Kan basıncı uyumu sağlandıktan sonra özellikle kalp üzerindeki yük en azından dörtte bir azalıyordu ve bu çok şey demekti. Bağışıklık hastalıklarından sonra kalp ve damar hastalıkları da sorun olmaktan çıkıyordu böylece, organ nakli artık basit bir işlemdi, son yirmi yılda kayıtlı kanser vakaları yok denecek kadar azalmıştı, ama sindirim sorunları hala insanların hayatını cehenneme çevirebiliyordu. Onun da artık çaresi vardı, enzimatik parçalanma. Tek sorun sindirim sisteminin genetik modifikasyonunun zaman almasıydı. Bunun için en geç altmış yaşlarında tedaviye başlamak gerekiyordu, ve tabii, ne kadar erken başlanırsa o kadar iyiydi. Şimdi aya gidenlerin ise her gün gerekli enzimleri kan yoluyla almaları ve bağırsaklarını temizlemek için de haftada bir sentetik lif kapsülleri yutmaları gerekecekti. Ay yolculuğuna hak kazanan emekliler yolculuk sırasında eğitiliyorlar ve emeklilik ikramiyelerinin önemli bir kısmını ömür boyu enzim takviyesi almak için vakfa bağışlıyor, karşılığında ayda dilediklerini yeme içme gibi büyük bir lüksü satın alıyorlardı. Ayşe Kaptan’la eğitim programı çalışmalarında tanışmıştı. Yaka kartına bakıp “Nerelisiniz Yüzbaşı Kutake?” diye sormuştu. “Bilmiyorum,” cevabını almıştı, “Belki Siyam kedisi belki İspanyol tazısı… Ben şu kuluçka makinelerinde üretilenlerdenim. Bilgisayarın tasarladığı gen melezi. Ordu malı…” Kız gülümseyerek kartı işaret etmiş, “Size Teng mi demeliyim, Bay Kutake mi?” Genç adam ise karttaki İ. harfini göstermiş, “Sevgililerim İbo der,” diye fısıldamıştı.

Ertesi gün aşkından ölüyordu Ayşe, ikinci haftanın sonunda kıskançlıktan, ikinci ayın sonunda da umutsuzluktan... İlk vericiyi o zaman yerleştirmişti. Tek istediği bilmekti, her şeyi kabullenecekti, sadece bilmek istiyordu. Ama öğrenmek istediğinden fazlasını öğrenmişti. İbo Ay’a kaçak yolcu taşıyordu, üstelik hiç de ucuza yapmıyordu bunu. Eninde sonunda ortaya çıkacaktı elbette, ama ne yapabilirlerdi ki… Onu işten atacaklardı, ıskartaya çıkmış bir ordu malı olacaktı, belki yüklüce bir tazminat ödetirlerdi, belki birkaç yıl yatardı, ama sonra özgür olacaktı. Onun da istediği buydu. Ama işler onun planladığından biraz farklı gelişti. Ayşe ona şantaj yaptı, ve işte buradaydı. Bu kez kaçak yirmi altı yaşındaydı ve onu Teğmen Ayris’in yerine koymak hiç de kolay olmamıştı.

Şimdi yolcuları teleferiğe götürürken yanında yürüyen kıza bir daha baktı, evet onu küçümsemişti. Belki bir şans daha verebilirdi ona, neden olmasın… Belki biraz zor olurdu ama şu sıralar uğraşacak daha iyi bir işi yoktu. Ayşe ona dönünce göz kırptı. Kız başını çevirdi ama belli belirsiz gülümsemişti.

Yolcular ve bavullar teleferiğe yerleştirildi. Enjeksiyon eğitimi bir kez daha verildi. Sağlık kartları son kez kontrol edildi. Son sorular cevaplandı, son hatırlatmalar yapıldı. Birkaç şişe beyaz şarap açıldı, Ayodya’nın gümüş kubbeleri ve ufuktaki Descartes tepelerinin manzarası eşliğinde yudumlandı ve dönüş vakti geldi. On dakika sonra kapı kapanacak, ana gemi dünyaya dönüş yolculuğuna başlamak üzere platformdan ayrılacak ve ancak o zaman teleferik Ayodya’ya doğru hareket edebilecekti.

Kutake kapının önünde durup abartılı bir selam verdi. “Gitme zamanı, Teğmen Ayris. Hepinize sonsuz mutluluklar diliyoruz. Hepiniz bunu hak ettiniz.”

Ayşe donuk bakışlarını kaldırıp, “Biz de size mutluluklar diliyoruz, İbo. Kendinize iyi bakın,” diyerek elini uzattı. Elinde komik, oyuncak gibi bir şey vardı. Kaptan şaka olduğunu düşündü, ama sadece bir an, kızın bakışları neredeyse insanın canını yakacak kadar sertti. “Aklından ne geçtiğini biliyorum. Sakın kalkışma,” dedi sakin bir sesle. “Ferro-manyetik hücreler… diğer kulağında da bir diken var Kaptan, gemine dön bir mıknatıs bul ve kurtul ondan.” Elindeki oyuncağı gösterdi. “Ultrason dalgasıyla parçalanabilir, ve o zaman genetik aktiviteni düzenleyen enzimin inhibitörü kanına karışır. O enzime çok ihtiyacın var Kaptan. Hücrelerindeki gen uyumu tamamen onun eseri. Sen minicik bir embiryoyken bütün hücrelerine bombardıman edilmiş tüm çakışık genlerin bir anda aktive olduğunu düşün, karaciğerinin safra salgılamaya başlamayacağını kimse bilemez. O enzim olmadığı anda sadece bir genetik çöplüksün.”

Geminin otomatik rotasına başlamak üzere platformdan ayrılmasına sadece iki dakika kalmıştı. Kız olmadan dönemezdi. Ayris’in yokluğunu açıklaması gerekirdi. Hadi onu açıklasa, dünyadaki Ayris’i ne yapacaktı. İşler fenaydı. Ama kızın blöf yapmadığını biliyordu. Kulağı yanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş geri çekildi, teleferikten çıktı. “Her şeyi mahvediyorsun…” dedi. Yolcular şaşkınlık içindeydi. Son gördüğü şey, kızın yüzü oldu, dudağını ısırıyordu... Kapı kapandı.

Ayşe dönüp etrafına baktı. Ellerini açıp korku dolu yaşlı yüzlere baktı. “Sizinle gelmemin bir sakıncası var mı?” Hepsi başlarını sallayarak birer adım geri çekildi. Arkasındaki kadın titreyen sesle, “Bize yaptığın iğneler…” dedi, gerisini getiremedi, yere oturdu.

“Hayır, hayır…” dedi Ayşe, sesi gerçekten içtendi. Zavallıların bir suçu yoktu, hayatları boyunca, yetmiş yıl boyunca bu emeklilik için çalışmışlardı, ellerine geçen kazancın yarısını yaşlılık günlerini dünyada eşi olmayan bir rahatlık içinde geçirebilmek için kanser aşılarına ve sağlık kontrollerine kalan yarısını da tek çocuklarının ileride kanser aşısıyla sağlık kontrollerini karşılayacak birer işi olsun diye onların eğitimine harcamışlar, işte şimdi, ancak seksen yaşından sonra bütün bir ömür karşılığında kendilerine vaat edilen yirmi otuz yılı bomboş bir lüks içinde ağrısız sızısız geçirmeye gidiyorlardı. “Size bir zararım dokunmaz, yemin ederim… Ben, sadece…” Çaresizlikle ellerini salladı. “Annemi görmeye gidiyorum...”

Gala Kristewa çağa damgasını vurmuş bir kadındı. Soyadını annesinden o da kendi annesinden almıştı. Annesi doktordu, çocukluğunu tıp kitapları okuyarak geçirmişti. On iki yaşındayken annesinin çalıştığı özel hastanenin birkaç kez ziyaret ettiği biyokimya laboratuarında karaciğer hücre kültürleri üzerinde kendi tükürüğünün etkilerini incelemiş, gizlice gönderdiği makale adı sayılır bir bilimsel yayın tarafından kabul edilince kendisi de şaşırmıştı. İlk Nobel’ini insan vücudunda hormon üretiminin genetik modifikasyonla sağlanabileceğini kanıtladığında almıştı. O zamana kadar hormonlar genetik yapısı değiştirilen tek hücreli organizmalara ürettiriliyordu. Gala Kristewa insan vücudu gibi çok daha karmaşık ve değişken bir sistemde istenen hormonun üretilmesi için tüm hücrelerin genetik yapısını bu hormonu üretecek şekilde değiştiren ve aktivitesini enzimatik olarak düzenleyen bir kontrol mekanizması geliştirdi. Tabii bunu yapabilmek için insan bünyesinde bilinen ve bilinmeyen tüm hormonların tam bir haritasını çıkarmak gerekiyordu. Bunu yaptı. Bu büyük bir başarıydı ama Gala Kristewa için yeterince büyük değildi. Sonra asıl amaçladığı işe girişti. İnsan hücrelerine sentetik bir protein ürettirmeyi başardı. Bu protein kanserli hücreler oluştuğu anda çevresinde yoğunlaşıp onu karantinaya alıyordu. Bu karantina kanserli hücreleri her zaman yok etmiyordu ama en azından ihbar ediyordu. Sadece bu özel proteinle reaksiyona giren bir maddeyle kaplı kanser ilacı küçük dozlarda vücuda verildiğinde kanser hücreleri oluşur oluşmaz yok oluyordu. Kristewa kansere kesin ve yan etkisiz bir çözüm bulduğunda elli dört, kızı ise dört yaşındaydı ve kan kanseriydi.

Küçük Ayşe hızla ve tamamen iyileşti. İşte bu gerçek bir başarıydı. Gala Kristewa aleyhine insan üzerinde izinsiz deney yapmak ve sorumsuz davranmaktan açılan soruşturma kapalı bir mahkeme oturumuyla çabucak kapandı. İkinci Nobel’den sonra Kristewa ikinci Marie Curie adıyla anılmaya başladı. Altı ay içinde kanser aşısı onaylandı ve sağlık sigortası kapsamına alınmasıyla primler iki katına fırladı. Asrın vebasına çare bulunmuştu.

Birkaç yıl antikorlar, sonraki birkaç yıl enzim kinetiği üzerine çalıştı. Sonraki yıllar laboratuar çalışmalarına ara verip, kanser, protein tasarımı, genetik modifikasyon ve hücre apoptasisi üzerine birkaç kitap yazdı. Son iki yıldır ise Ay’daki hayatı iyileştirmek ve uzatmak için çalışıyordu. Yaşlılar hayatı seviyorlardı ve yetmiş yıl it gibi çalıştıktan sonra sınırsız rahat ve özgürlüğe kavuştuklarında biraz daha renkli bir hayat onların hakkıydı. Hormonlar cinsel aktivitenin devamını sağlayabiliyordu, estetik cerrahi de çok ilerlemişti, ama Kristewa’nın asıl hedefi sindirim enzimleriydi. Ayodya’yı muazzam bir ziyafet sofrasına döndürebilirdi, ve bunu da başardı. Bilinen yollardan yürümek, yani makale yazıp, sponsor ve burs bulup, bir yıl izin başvurularının sonra da on yıl istatistik verilerinin sonuçlarını beklemek ona göre değildi. Genetik bir bombardıman! Tek istediği buydu. Bu konuda her şeyi biliyordu, enzimlerin, genlerin, proteinlerin kraliçesiydi o … “İnsana yaptıramayacağı hiçbir şey yoktur…”

“Efendim?”

Ayşe son cümleyi yüksek sesle düşündüğünü fark etti. Kadın elini çekinerek omzuna uzattı. “Anneni çok seviyor olmalısın.” Ayşe bu kez içinden, “Ondan nefret ediyorum,” diye geçirdi. Başını salladı. “Onu ne zamandır görmedin?” Ayşe gülümsedi. “Bir yıl oldu.”

Annesi kendi sindirim düzenini riskli ama hızlandırılmış bir yöntemle değiştirmişti, enzimatik sindirim genini taşıyıcı virüslere yüklemiş ve bundan fazla dozda almıştı. Hücrelerin evrimini yirmi yıl bekleyemezdi, o sonucu hemen görmeliydi. Gördü de… Enzimatik sindirim kusursuz işliyordu. Ama normal sindirim sistemi bir anda devre dışı kaldı. Sentetik lif kapsüllerini kullanmaya başladı ama bunlar ancak yerçekiminin düşük olduğu ortamda normale yakın bağırsak hareketlerini sağlayabiliyordu. Kapsülleri almazsa enfeksiyon riski vardı, aldığında ise günler süren acılar çekmeye başladı. Çalışmalarına devam edebilmek için yerçekimi azaltılmış bir laboratuar istedi. O sırada hakkında yeniden dava açılmıştı, bu kez kolay kapanacağa da benzemiyordu. Apar topar üçüncü Nobel’i eline verip onu Ay’a gönderdiler. İnsanlık için yeterinden fazla hizmet etmişti. Onu ikna etmeleri için, laboratuarını ve asistanını da en kısa zamanda göndermeye söz verdiler. İşte Ayşe o zaman annesi için tam olarak ne olduğunu büyük bir açıklıkla fark etmişti. Asistan. Bulaşıkları yıkayan, kültürleri pasajlayan, enjeksiyonları yapan, notları temize çeken kişi…Kendisi için annesinin ne olduğunu da o zaman fark etmişti. Sahip.

Sahip gittiğinde, bu kısa özgürlükle ne yapacağını bilememişti. Dört ayı vardı, sonra sahip onu yanına aldıracak ve işe koşacaktı. Bu kısa özgürlüğün tadını çıkarmak istemişti ama şu kaktüs dikenleriyle uğraşmaktan başka yapacak hiçbir şey bulamamıştı. Çok acı duymuştu o zaman, Gala Kristewa’nın deneği ve asistanı, tıpkı onun gibi çalışmaktan başka hiç bir şey bilmiyordu demek…

Dört ay biterken içindeki öfke büyümeye başlamıştı. Annesine “Hayır, gelmiyorum. Sana başka asistan bulsunlar. Kendime ait bir hayatım var,” demenin hayallerini kurmuştu. Ama var mıydı gerçekten? Hayır yoktu. Hiç bir tanıdığı yoktu. Gitmekten hoşlandığı yerler yoktu. Alışkanlıkları, zevkleri yoktu. İbo’ya gelince, telefonlarına bile cevap vermiyordu. Son günler geldiğinde o da kaderini kabullenmişti. Laboratuar malzemelerini, diskleri ve cihazları paketleyip beklemeye koyuldu. Ama hiç bir şey olmadı. Sağı solu aradı. Hiç bir yetkili bir görevlendirme almamıştı. Kimse konuda bilgili değildi. En sonunda annesini aramaya karar verdi. Ayla bağlantı inanılmaz pahalıydı, ama banka hesabının haftalık ödeme talimatlarına yetmeyeceği uyarısı araya girene kadar konuştu. Sürekli aynı sözleri söylüyordu annesi; “Burası çok güzel... dinleniyorum bir tanem, hayatın tadını çıkarıyorum, ne kadar yorulduğumu fark ettim… kendime vakit ayırmaya ihtiyacım var… kendimi yeniden keşfediyorum… yoo, lütfen, artık bunlara kafa yormak istemiyorum…” Duyduğu onun sesiydi; ama hayır, konuşan o değildi, insan bu kadar zamanda değişemezdi… İnsanlar değişebilirdi belki, ama annesi değişemezdi…

Sonraki aylar, çalıştı, planladı, yaptı. İşte Ayodya’ya giden teleferikteydi. Az sonra Ay’a ayak basacaktı. Duvardaki mekanik zaman göstericiye baktı. Tam olarak kırk dakika sonra… Ve orada neler olduğunu öğrenecekti… Sonra çevresine göz gezdirdi. İnsanlar sakin sakin oturuyor, bir şeyler atıştırıyor ya da yudumluyordu. Modülde çılgın parti falan yoktu… Garip bir sıkıntı duydu. Bir şeyler döndüğünden emindi.

Ayodya’ya giriş koridoruna kenetlendiklerinde heyecanla yerin ayakları altından kaymaya başladığını fark ettiler. Yerçekimi yarı yarıya azaldı, şaşkınlık sesleriyle ayakları yerden kesildi ve modül bant üzerinde ilerledi. Yer artık titanyum zemin değildi, siyah bir plastiğe benziyordu ama kaygandı. İnsanların gülerek mobilyalara tutunmaya çalıştığını duydu. Paniğe kapıldığını hissetti. Neden hiçbir uyarı yapılmamıştı? Neden bir karşılama mesajı duyulmuyordu? Bu insanlara neden hiçbir şey garip gelmiyordu?..

Kapı açıldığında Ayşe hala silah olarak kullanılabilecek hiçbir şey bulamamıştı. Hiçbir şey yapamadı. İçeri uluyarak daldılar. Çılgınca dolaplara saldırdılar. Birkaçı açabildikleri bavulları boşaltıp içlerine yiyecek tıkmaya başladı. İçeridekiler dışarı çıkmak istiyorlardı ama kımıldayacak yer yoktu. Ezilenler oldu. Aklı yavaş yavaş başına gelenler çıplak elle yeni gelenlere saldırmaya kalktılar, oysa onların ellerinde titanyum sopalar vardı. Bir anda ortalık kan gölüne döndü. Ayşe her şeyi rüyada gibi izliyordu… “Açlar,” diye düşündü… “Bunlar aç…”

“Durun diyorum hayvanlar!” Sesi tanıyıp yavaş yavaş dönmeye çalıştı. Biraz önce yanında oturup sırtını sıvazlayan kadın vücuduna yapışmış, tırnaklarını sırtına geçirmiş ağlıyordu. İşte, sahip oradaydı. Onu kurtarmak için gelmiş olmalıydı. Gala Kristewa… Kraliçe arı. Elindeki sopayı duvarlara vurup bağırıyordu. “Durun, yavaş! Bavulları açmak yok. Önce taşıyın, önce her şey dışarı… Ölmek mi istiyorsunuz.” Sopayı önüne gelenin kafasına indirmeye başladı. Her şey ağır çekimdi… Ayşe hayal gibi, duvara uçan beyin parçalarını gördü. “Dışarı diyorum… Dışarı… “ Kalabalık yavaş yavaş dışarı akmaya başladı. Yiyecekler bulamaç olmuş halde, ellerde kucaklarda taşınıyordu. Yaratıklardan bazıları, hızlı yemekten olacak, yerlerde iki büklüm inliyorlardı. Bavulların ve yaşlıların bir kısmı da dışarı sürüklendi. Ayşe kımıldamadan duruyordu. Nihayet annesi dönüp onu gördü. “Ne duruyorsun,” diye haykırdı. “Taşısana… Laboratuarım nerde?...”

Sonra olanlar rüya gibiydi. Ayşe dışarı sürüklendi. İnsanlar taşıyabildikleri kadarını dışarı taşıdılar. Sonra kapılar kapandı. Modül geri kayarak içinde kalanlarla birlikte uzaklaştı. Banttan ayrılırken içinde kalan onlarca kişinin ve her şeyin uzaya savrulduğunu gördüler. Şimdilik her şey bitmişti, Herod bir daha gelene kadar...

“Ben gelene kadar,” dedi Gala, “Hayvanlar gibi birbirlerini yiyorlardı. Hala tam bir düzene oturtamadım… Neden bu kadar geç kaldın küçük hanım? Dünya kadar işimiz var…” Sonra düşünceli bir tavırla ekledi… “Buradakilerin hepsi çıldırmış.”

“Nasıl oldu bu?”

“Çok basit. İnsan faktörü. Burası gerçekten huzurlu bir cennet olarak tasarlandı. Eğitimli psikologlar, hemşireler, doktorlar, teknik servis, masörler, hizmetçiler… Ama insan cennete uygun bir yaratık olsa oradan hiç çıkmazdı… Hepsi defalarca istifa etmiş olmalı. Ama kimse geri dönemedi. Buradaki fiyaskoyu dünya bilmemeliydi tabii. Hayat boyu çalışıp didinmenin sonucu korkunç bir can sıkıntısı. Bu insanlar huzur içinde dinlenmeye birkaç haftadan fazla dayanamazlar. Kimyasal yollarla kışkırtılmış libidolarıyla ve harcanmış ömürlerinin tatminsizliğiyle ortalıkta dolaşan ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan yüzlerce ihtiyar. O güzel hemşirelerin, güler yüzlü doktorların birbirleriyle cilveleşmekten başka ne işe yaradıklarını merak etmeye başlamış olmalılar. Dünyada kopacak kıyameti düşün, Ayodya’da isyan, seçkin emekliler ayaklandı, personelden canlı kurtulan olmadı. Tabii hemen tüm bağlantıları kestiler. Ayodya kaderine terk edildi.”

“Emekliler? Onlar gelmeye devam ediyor ama…”

“Yapabilecekleri bir şey yok. Her şeyin büyük bir yalan olduğunu artık söyleyemezler. İnsanların hayatları boyunca burası için yaptıkları yatırımı düşün…”

“Telefon bağlantısı!”

“Öyle bir şey yok.”

“Ama seni aradım… Yoo, sen değildin. Bunu nasıl yaparlar?”

“İnsanların seslerini taklit etmek zor değil. Kapı zilleri bile yapıyor bunu.”

“Ama, çok pahalı.”

“Tabii, çok inandırıcı, çok güvenli, ve çok ama çok karlı bir iş.“

“Birileri anlar! Ben seninle konuşmadığımı analdım. Birileri anlayacak.”

Gala güldü. “İnan bana Ayşe’ciğim, kimse anlamayacak… İnsanlara bir hayal verirsen hepsi kör olur. Hep böyle olmuş. Burada kendi başımızın çaresine bakmaktan başka yol yok. Gel…” Onu bir pencerenin önüne götürdü, içerisi bir ayak yüksekliğinde iğrenç bir bulamaçla kaplıydı. “İklimlendirme cihazlarını kontrol edebiliyorum. Burası basınç odası. Ölü yemek yasak, onlardan burada toprak yapmaya çalışıyorum. Dünyadan çiçek tohumu getirenler var, inanabiliyor musun? Bavulların tamamını kurtaracak kadar organize olabilirsek, işe yarar başka şeyler de bulabiliriz.” Sonra onu asansöre bindirdi. “Hala her yere giremiyoruz, kapılar şifreli. İçeride kalanlar çoktan ölmüş olmalı. Ay jipleri ve uzay giysileri var. Biyomühendislerin bölmesine girebilirsek sentetik gıda üretimi için bir şeyler çıkacağını umuyorum. Uygun besi malzemesi bulabilirsek odalara hücre ekebiliriz, inanır mısın bu pislik içinde her yer steril. Ama önce düzen şart. Bir yerlerde eşek yüküyle ilaç olduğundan eminim. Gördüğün gibi, buradakilerin hormon seviyeleri hiç de düzenli değil. Sürekli birbirlerini öldürüyorlar.” İçini çekti. “Ama bu kapıları açacak kadar elektronik bilenlerin buraya düşmesine en az otuz yıl var… O zamana kadar ilkel yöntemlerle idare etmek zorundayız.” “Ne gibi? Sopa mı?” Gala kayıtsız bir ifadeyle ona döndü, “Tabii ki telkin…” dedi. “Binlerce yıldır işe yaramış, yine yarıyor.”

Onu tekrar asansöre bindirdi. Aşağı indiler. “Şimdi seyret,” dedi Gala. Ve onu itip bir balkona çıkardı. Aşağıda kaynaşan kalabalığı gördüler. “İnsanlıktan çıkmışlar,” dedi Ayşe… “Hemen hemen…” diye mırıldandı Gala ve elindeki sopayı kaldırıp haykırdı… “İnsan yemeyeceğiz. Biz insan değil miyiz!” Ayşe dehşetle izlerken kalabalık böğürerek haykırdı, “İnsan yemeyeceğiz, biz insan değil miyiz…”

Bu kadını tanıyor muydu… Gala tekrar asansöre girerken ondan uzaklaşmak istediğini fark etti. Kendi ayağıyla nasıl böyle bir cehenneme gelmişti. Gala dönüp şefkatle işaret etti. “Yanımdan ayrılmamalısın. Ayrıca konuşacaklarımız var…” Ayşe sessizce peşinden yürüdü. “Uyan, “dedi içinden. “Uyan, uyan! Bu bir rüya.”

“Senin için bir alışma süreci ayarlamak isterdim. Ama ne kadar zamanımız olduğunu bilmiyorum. En son ne zaman kemoterapiye girdin?” Ayşe kekeledi, “Geçen yıl, sen gitmeden…” “İhmal etmemeliydin. Neyse, hastalığının kısa zamanda tekrarlamayacağını umalım. Burada ilaç yok. Ama herhalde en azından birkaç yılımız vardır. Hemen konuya gireceğim. Bak, her şey umduğum gibi gitse bile, bu bunakları bir sosyal düzene soksam bile, ancak iş güçlerinden yararlanabilirim. Oysa bana taze beyin lazım. Elimizdeki erkeklerin çoğu sağlam. Zaten sadece en kuvvetli, yetenekli ve zeki olanları hayatta kalabiliyor. Yani döl sıkıntımız olmayacak, ama kadınların hiçbiri doğuracak durumda değil. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

Ayşe annesine baktı. “Bebekler…”

“Evet hayatım, bebeklere ihtiyacımız var. Sadece genç bir kadın hayali değil, büyük bir ailenin babası olma vaadi, işte bu onları yola getirecek. Kadınlar çok azlar, ama kesinlikle büyükannelik yapmayı her şeyden çok isteyecekler. Ayrıca bu durum manyakları hizaya sokmak için bir çeşit etik geliştirmemizi sağlayacak. Anlıyorsun değil mi?”

“Tabii, bebekler. Bebeklerim olacak, değil mi, bunu söylüyorsun.”

“Hepimizin bebekleri. “

Ayşe dönüp dışarı baktı. Ayodya. Gümüş kubbeleriyle ay üzerinde parlayan düş şehir. Sadece dünyada çalışıp hak edenlerin kavuştuğu cennet. Ütopya. Her şeyin sınırsız olduğu yer. Ve bebekler. Kendi bebekleri. Yoo, hepsinin bebekleri. Aslında annesinin bebekleri. Onun, eğiteceği, yetiştireceği, besleyip çiftleştireceği, kobay olarak kullanabileceği bebekler… Yeni genler, yeni hormonlar, yeni enzimler. İnsanlığın atıklarından filizlenen yeni bir hayat. Bu defa bütünüyle sahibin eseri…

Dönüp annesine sarıldı, saçlarını okşadı, “Benim bebeklerim,” diye fısıldadı, “Bu vahşi dünyada yaşayacaklar. Dünyanın zincirlerinden, yalanlarından uzakta…”, sonra annesini öptü. Ondan uzaklaşırken yaşlı kadının gülümsemeyle aydınlanmış yüzünü gördü. “Evet, yavrum, bizim bebeklerimiz…” Sonra kızın cebinden çıkardığı şeyi işaret etti. “Bu nedir Ayşe?”

“Bir hediye, senin için,” gözlerini sildi. Annesi uzanıp nesneyi elinden aldı. Düğmeye bastı, bastı. “Ne işe yarar?” “Ultrason dalgaları yayıyor, sen gittikten sonra bunun üzerinde çalıştım, bir çeşit enzim pompası…” Annesi oyuncağı elinde salladı. “Şimdi daha işe yarar şeyler üzerinde çalışmalıyız,” dedi, “bu halkın sana ihtiyacı var…” Konuşmaya devam etti, ama Ayşe artık duymuyordu. Gala Kristewa hafifçe sendeleyerek gidip kanepeye uzandı. “Yorgunum,” dedi. “Tuhaf şey, sanki vücudum çözülüyor. Daha önce hiç böyle olmamıştım.”

Ayşe arkasını dönüp usulca pencereye yaklaştı. “Ayodya,” dedi. “Evrenin en güzel şehri. Rüyaların gerçek olduğu yer…

G.G. 2006