MAKİNA

Bay Simit eve mutlu döndü. “Çarli, sana bir iş bulduk oğlum.” Sevinçle karısına seslendi, “Duydun mu Bet? Bunu kutlayalım diyorum. Bu akşam yemekte ne var?” “Bilmiyorum,” dedi karısı, “bu gün listeye bakmadım. Yemek neredeyse gelir, gelince öğreniriz. Ne işiymiş bu?” Bay Simit ellerini ovuşturarak tepsisinin başına oturdu. “Konuşuruz. Sağolsun Bay Vogen. Son anda işi bağladı, o kadar çok başvuru vardı ki… Bu gün çok açım.”

Karısı yanında, kendi tepsisinin başında yerini alırken bir yandan trankilini arkasına yerleştirip başlığını kafasına geçirdi. Huysuz bir sesle “Ne iş buldun ona?” diye sordu. “Makina vardiyasında bir yer boşalmış. Sabah çok erken orada olmalıyız. Bu gece erken yatsan iyi olur oğlum, yarın uzun bir gün olacak.” Kadın dudaklarını büzüp sakinleştirici dozunu en yüksek seviyeye ayarladı ve kendini mutluluk kuluçkasının elektronik kucağına bıraktı. Bay Simit tepsisini açıp yeni bir takım oyunu oynamaya başladı, kolları olmadığı halde koskoca memeleri olan karşı takım oyuncularının küçük topları ağızlarıyla yakalamaya çalıştığı yeni bir oyundu bu. Çarli kendi bilmemneni kendin yap oyunlarını severdi, kendi evini, kendi odanı, kendi evcil hayvanını, kendi kendini kendin yap… Annesi ise bu trankili eve geldiğinden beri artık tepsisine dokunmuyordu bile, oysa önceden yemek tarifleri tasarlamaktan hoşlanırdı, bilgisayarın bonus verdiği zamanlarda yeni bir kap yemek de gelirdi eve. Artık tepsi oyunlarından bütün bütün vazgeçtiği için Bay Simit gecenin geç vakitlerine kadar oynayabiliyordu. Çarli onun geç vakitlere kadar mırıldanıp hırıldadığını, bazen de güldüğünü duyuyordu. Okul bittiğinden beri kendini geliştirme programına devam ediyordu ama programın kimseyi geliştirdiği falan yoktu. Aslında evde oturup tepside “kendi kendine” bir şeyler yapmayı tercih ederdi ama buna izin verilmiyordu. Üst düzey memurların çocukları bile hane kotaları ne kadar geniş olursa olsun bütün gün tepsi başında oturamıyordu, en azından öyle söylüyorlardı.

“İyi,” dedi Çarli. “Ben yatmaya gidiyorum.” “Daha yemek yemedin,” dedi annesi huzursuz bir sesle… Çarli uyku kabinin kapağını açmıştı bile, “Aç değilim,” dedi “hem uyuyunca vakit çabuk geçiyor.” Kabinin üzerinde sarı ışık yanar yanmaz Bet başlığını çıkardı. “Edım Simit!” diye tısladı, “Bunu kendi öz oğluna nasıl yaparsın?”

“Ne? Ne yapmışım?”

“Ben o vardiya dediğin işin ne olduğunu gayet iyi biliyorum, nasıl boşaldığını da… Bu iş çok tehlikeli. İsyancılar iyice azıttı zaten, küçücük bir oğlan o daha.”

“Küçücük oğlanmış. Bir iş yapmak zorunda! Başka iş yok, en azından bizim grupta yok işte. Ne yapsaydım yani? Üç gün sonra kabini mühürleyip tayınını kestikleri zaman ne yapacağız? Hadi iki kişilik yemeği üçümüz paylaştık diyelim, geceleri ne yapacak, oğlunu bizim kabinimizde mi uyutacaksın? Onun bir asalak olmasını mı istiyorsun? O da bu toplumda yerini almalı, hepimizin görevleri, sorumlulukları var. Bunlardan kaçamayız!”

“Toplayıcı olsa daha iyiydi…”

“Saçmalama. Bir toplayıcının asla yükselme şansı olamaz. Oğlunun tek şansını elinden almaya çalışma…”

Makina çok büyüktü. Çarli daha önce onu bu kadar yakından görmemişti. İnsanda huşu, korku, hayranlık ve ezici bir değersizlik hissi uyandırıyordu, o kadar büyük ve karmaşıktı. Bu yürüyebilen bir nükleer reaktördü. Yüce görev, işte bu makinayı kurup çalıştırmaktı. Seçkin toplumlarına bahşedilen yüce görev buydu, çünkü kötü topraklara ulaşmanın başka yolu yoktu. Kötü topraklar barbarlık, gerilik ve sefaletten kırılıyordu. Orada hiçbir düzen yoktu, ne enerji kaynakları vardı ne toplumsal düzenleri ne de insani değerleri. Kötü topraklarda hayvani bir ilkellik hüküm sürüyordu. Bu geriliğin, bu cehaletin son bulması için dünyanın tek umudu kendi medeniyetleriydi. Uzun gerileme döneminde değerlerini, düzenlerini korumak için her şeyi yapmışlardı, türlerini, insanlığı bozulmadan korumayı başarmışlardı. Şimdi kötü topraklara, karanlık bataklıklara ışığı götürmeleri, oradaki mutantlara insanlığı yeniden öğretmeleri gerekiyordu. Makina bittiğinde, toplumlarının en seçkin kişileri bu kutsal amaçla bu zorlu yola çıkacaktı. Toplumlarındaki herkes bu uğurda üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışıyordu, kötü topraklar ehilleştiğinde herkes daha büyük evlere, daha güzel manzaralara, daha çok insan gücüne, daha mutlu, daha rahat, daha medeni bir hayata kavuşacaktı.

Makinayı atalar tasarlamışlardı. Onlar her şeyi Tanrı’dan öğrenmişlerdi. Tüm makineler Tanrı buyruğuyla, ondan gelen ilhamla tasarlanmıştı. Her şeyi önceden bilen Tanrı, insanlara makineleri yüzyıllar öncesinden bu gün için öğretmişti. Yüksek memurlar o günün geldiğini, yüce misyonun kendi çağlarına nasip olduğunu anlayınca, hemen tüp toplumu görev başına çağırmışlardı. Makinanın her parçasının kalıpları hazırlanmış, eski dünyanın kalıntıları toplanmış, ayıklanmış, eritilmiş, parçalar hazırlanmıştı. Montaj için orta dereceli memurlar görevlendirilmişti. Vasıfsız memurların döküm sırasında parçalara ve kalıplara yaklaşmasına izin verilmiyordu. Onlar toplanan parçaları ayıklamak, eritmek ve sevketmekle görevliydi, bir de günlük hayatın rutin işleriyle. Oyun santralinde çalışan alt kademe memurlar ayrıcalıklıydı, o yüzden diğerlerinden farklı olarak onlara vasıflı memur deniyordu. Enerji ve yemek santralinde çalışan memurlar da vasıfsız memur sınıfına dahil oldukları halde dışarıda parça toplama işi çıktığından beri eskisinden daha itibarlı olmuşlardı. Artık sadece parça toplayıcılara vasıfsız deniyordu. Toplayıcılar gün boyu yürüyerek etrafı arayıp eski dünyanın kalıntıları arasından metal parçaları topluyor, sonra da bunları sevk araçlarına taşıyorlardı. Sürtünmesiz yüzey sevk araçları ancak sınırlı miktarlarda yük taşıyabildikleri için her seferinde küçük itişlerle şehre kadar getirilmeleri gerekiyordu, bu işten dönen toplayıcılar bu gidiş gelişte o kadar yıpranmış oluyorlardı ki, çoğu insanlıktan çıkıyordu. Hatta en yakın arkadaşları bile onları ancak elbiselerinden tanıyordu. Üzerlerindeki iğrenç koku günlerce çıkmıyordu. Onları en alt toplumsal sınıf yapan da bu kokuydu. Bu yüzden evlerine gitmiyor, toplayıcı barınaklarında konaklıyorlardı. Ama bu bile hiçbir iş yapmadan yaşamaktan iyiydi. Böyleleri toplumlarında asla hoş görülmüyordu. Kendini geliştirme programının sonunda, kendi grubuna önerilen bir işte çalışmaya başlamayanların toplu konut, enerji ve gıda yardımları kesiliyordu. (Merkezi iklimlendirme sistemi her gece altı saat kapalı kalıyordu ve hiç kimse bu saatlerde kabinsiz kalmak istemezdi.) Böyle olmak zorundaydı, çünkü toplumlarının ayakta kalabilmesi için her bireyin işgücüne ihtiyaç vardı.

Neyse ki toplayıcılık dışındaki her işin altın değerinde olduğu bu günlerde Çarli’ye bir iş bulunmuştu.

“Şu aralar bir olay beklemiyoruz, genellikle makinanın tamamlanmasına yakın saldırıyorlar. O zaman zarar çok büyük oluyor tabii. On gün önce, tam işin bitmesine çok az kalmışken geldiler. Tam olarak ne yaptıklarını bilmiyorum ama duyduğuma göre makinanın kalbini bozmuşlar. Şimdi her şeyi söküp yeniden kuruyoruz. Şuraya…”

Eliyle eski, yarısı yıkılmış inşaat iskelesini gösterdi.

“Sökülen parçaların çoğu söküm sırasında hasar görüyor. Yeniden eritilip dökülmeleri gerekiyor. Bu da çok zaman alıyor ama hiç yoktan iyidir. Toplayıcıların getirdiği demirler çoğunlukla işe yaramıyor, çoğu çürümüş. İsyancılar parçaları çalıyorlar, o yüzden sökülen parçaları korumak gerekiyor. Senin işin de bu. Sökülen parçaları korumak.” Dönüp parçaların konduğu sevk araçlarını gösterdi. Parçalar eritmeye teker teker taşınıyorlardı , yol boyunca ellerinde sopalarla araca yön veren bir sıra adam duruyordu. Aracın gidip geldiği yolun başında parçalardan bir yığın oluşmuştu bile.

Çarli ölü makinayı sökmeye çalışan yüz kadar adama baktı. Hepsi de makinanın en tepesindeydi. İskeleye bağlanmış sarkan lazer keskileri belli bir çizgide sabit tutmaya çalışıyorlardı. Lazerler belli aralıklarla kesici ışın gönderiyorlardı. Çok ağır ilerleyen, riskli bir işti bu. Kesilen parçalar sağır edici bir gürültüyle, çarpa çarpa yere düşüyorlardı.

“Parçaları neden sökülüp takılabilir yapmıyorlar?” diye sordu Çarli.

“Nee!” Ustabaşı öfkeden çıldırdı sanki, ama bocaladığı da belliydi. “Parçaları, Tanrı çizdi…” dedi nefesi kesilerek. “Bizim görevimiz sadece onun isteklerini yerine getirmek!” Sonra öfkeyle ekledi, “Orta düzey bir memur bile,” durup düzeltti, “yüksek düzey bir memur bile, Tanrı’nın işine karışmazken, sen kim oluyorsun da…” Çarli o an yapacağı en iyi şeyin susmak olduğunu anladı. Ustabaşı da sözünün gerisini getirmeye gönüllü görünmüyordu. “Şuradan,” dedi, “tek bir parça çalınırsa, seni kendi elimle yakarım. Nöbetin başladı…”

Hava kararmıştı ama babası görünürde yoktu. Çarli kendi gitmeyi düşündü ama nöbeti devralmaya kimse gelmemişti. Ortalık zifiri karanlıktı. Son saldırılardan sonra makina inşa alanının aydınlatılması yasaklanmıştı, gece vardiyasının verimsiz olduğuna ve aydınlığın çalışanlardan çok sabotajcıların işine yaradığına karar verilmişti ama Çarli’nin haberi yoktu bundan. Gece dışarıda kalabileceğini düşününce paniğe kapıldı. Aklı durmuş gibiydi. Ne yapardı? Ne olacak, vaktinde dönemeyen, geceyi dışarıda geçiren toplayıcılar ne yapıyorsa onu… Yürümesi gerekecekti, vücut sıcaklığını yüksek tutmak için. İki adım attı, her yeri zonkluyordu. Birilerinin duymasını umarak yüksek sesle “Rezalet, rezalet” diye söylendi. Okuldaki yürüme talimlerini hatırladı, kabus gibiydi… Biraz bekledi, soğuyordu. “Hadi bakalım,” dedi. Olanlara inanamıyordu… O an boğazına bir şey dolandı. Hemen durdu. Hiç kımıldamadan, tek kelime söylemeye çalışmadan. Karşı koyarsa öleceğini anlamıştı. “Yeni misin?” diye fısıldadı arkasındaki ses. Hafifçe başını indirdi. “İşini seviyor musun?” Hafifçe kaldırdı. Boğazındaki tel gevşedi. “Ölmek bundan iyidir,” dedi Çarli. Gerçekten öyle hissediyordu.

“İyi,” dedi fısıltı, “Buna sevindim, çünkü seni öldürmek zorundayım.”

“İyi,” dedi Çarli de. Daha önce bir kadınla hiç bu kadar yakın olmamıştı. Ama hiçbir şey hayal ettiği gibi değildi. Neden bütün bunlar onu bulmuştu? “Burada ölümü bulacaklar,” diye düşündü, ustabaşının yüzünün alacağı hali kestirmeye çalıştı, elinde olmadan tuhaf bir ses çıkardı. “Güldün mü sen?” dedi fısıltı şaşkınlıkla, “yoksa ağlıyor musun?”Çarli cevap vermedi, ne fark ederdi ki? Boğazındaki sicimin gevşediğini ve bir elin ağzını kapattığını hissetti. Diğeri de boynunu kavramıştı. Bağırmaya çalışsam?.. diye düşündü, duyacak kimse var mıydı? Herhalde inşaat alanını tek başına beklemiyordu. Hiçbir şeyden emin değildi. Kadın onu döndürüp yavaşça elini gevşetti. Neden böyle bir riske giriyordu? “Ustabaşı,” diye fısıldadı Çarli, “burayı koruyamazsam beni öldüreceğini söylemişti de…” Kadının bocaladığını görebiliyordu. “Kaç yaşındasın sen?”

“Geliştirme programındaydım…”

“Ne zamandır bekçilik yapıyorsun?”

“Bu ilk gün.”

“Pekala,” dedi kadın. “Söz dinlersen, seni öldürmek zorunda kalmam. Anlaştık mı?”

“Anlaştık.”

“Şimdi kollarını boynuma dola, ayağını da şuraya… Şuraya diyorum…

Kadın Çarli’den çok daha yapılıydı ama Çarli daha hafif değildi. Ayaklarını kadının dizlerinin arkasına dayayıp kollarını boynuna doladığında kadın öne eğilmek zorunda kaldı ve öfkeyle homurdandı: “Çok ağırsın, seni öldürmeliyim.” Çarli sesini çıkarmadı, o kadar şişmandı ki ayakları havada kalmıştı. Sadece karnını kadının sırtına bastırıp mümkün olduğunca az asılmaya çalıştı. Sonra havalandılar.

Kadın çarliyi bıraktığı yere döndüğünde sırtında iki çarkla bir levha vardı. “Ne kadar güçlüsün,” dedi Çarli. “Her gün talim yapıyorum,” diye cevap verdi kadın. Çarli kendini tutamadı, “Yine de güzel kokuyorsun…” Kadın güldü, “Eh… İdare eder,” dedi, sonra ciddileşti, “bak oğlum, senden hoşlandım, ama bundan sonrası için benden medet bekleme. Seni klana götüreceğim, orada ya kabul edersin, bizimkiler de seni kabul eder ve bizden biri olursun, ya da seni orda boğarlar, ve ben buna karışmam. Ya da seni burada bırakabilirim, kendi kendine ölmen için, ama ölmezsen başımıza bela olursun. O yüzden sana seçme hakkı vermeyeceğim, tamam mı?”

“Tamam,” dedi Çarli, “Teşekkür ederim.”

“Ne için?”

“Benden hoşlandığını söyledin… Daha önce kimse benden hoşlanmamıştı…” Sonra da salak salak sırıttığı hissine kapılıp hemen somurttu. Kolları bacakları feci zonkluyordu.

Kuru, kupkuru, ağaç kabuğu gibi bir adamdı. Herkes ona kuru diyordu zaten. Yaşı anlaşılmıyordu. Sesinden de anlaşılmıyordu. Çok genç, çok neşeli bir sesi vardı. Güzel konuşuyordu.

“Demek ölmekten korkmuyorsun küçük adam,” dedi.

“Evet, ama şimdi yaşamayı tercih ederim.”

“Neden?”

“Çünkü hayatımda ilk kez heyecanlı bir şey oluyor, kaçırmak istemediğim bir şey, ilk kez...” Gerçekti bu.

“Usta sana seni öldüreceğini mi söyledi?”

“Tam olarak, seni ellerimle yakarım, dedi…”

“Ne yaptın da dedi bunu?”

Çarli sıkıldı, söylemek istemiyordu ama aklına söyleyebileceği hiçbir şey gelmedi.

“Makina parçaları… Onların neden takılıp çıkarılabilir olmadığını sordum. O zaman…”

Geri getirmemesi gerektiği açıktı. O kadar açıktı ki, dünyanın en geri zekalı, en vasıfsız, en kötü kokulu toplayıcısı bile bunu burada söylemezdi…

“O zaman?”

“O zaman…” bir nefes alıp bıraktı, “o zaman çekirdek bozulduğunda parçaları hızla söküp, kalbi değiştirip tekrar hızla takabilirler… En fazla birkaç gün sürer. O zaman…” Hay dilimi eşek arısı soksun diye geçirdi.

“O zaman da, birkaç parça çalınsa bile yerine yenisi konabilir, hatta yedek parçalar önceden dökülebilir. O zaman makinanın önünde kimse duramaz! “ dedi Kuru.

Çarli başını salladı.

Uzun bir sessizlik oldu.

Sonra Kuru gülmeye başladı.

“Bu çocuğun kafa çalışıyor!” diye adeta cıvıldadı. Küçük, kupkuru ellerini sıska bacaklarına vurarak kahkahalar attı, sonra da kucak açar gibi havaya kaldırdı.

“Aramıza hoş geldin çocuk,” dedi. “Seni kabul ediyorum. Sen de bizi kabul ediyor musun?”

“Evet,” dedi Çarli. “Teşekkür ederim efendim.”

“Burada efendi yoktur” dedi Kuru. “Herkes sözümü dinler, ama bu kendiliğinden oldu. Kimse beni seçmedi, ben de hiçbir zaman başkan falan olmaya çalışmadım…”

Kapı çarparak açıldı. İçeri dev gibi bir adam girdi. “Kaçırdığın bekçi bu mu?”

Kuru başını kaldırıp adama baktı, bir şey söylemedi.

“Konuştu mu?” diye hırladı adam. “Bana ver hele onu, bir günde her şeyini sökeyim gırtlağından.” Kuru sakin bir sesle, “Çarli bildiği her şeyi anlattı zaten. Ben de tam kendi bildiklerimi ona anlatıyordum. Sen de sohbetimize katıl istersen…Ya da belki daha sonra benimle özel olarak konuşmak istersin Basta, sanki bir derdin var gibi…”

“İstemem, eksik olsun… Bu gün bekçiyle yarenlik eden yarın yükseklerin sofrasına oturur.” Tükürür gibi konuşmuştu. “Dikkat et, oturduğun koltuk kuru kıçını yakmasın. Çünkü bütün oturakları ateşe vermemize az kaldı, bilesin…” Sonra da çekip gitti.

“Herkes beni dinler derken,” ded Kuru, “herkesi kastetmemiştim.”

“Buraya bak,” dedi Kadın, “sadece bir kez anlatacağım, işim gücüm var benim.” Burada herkes ne kadar çok hareket ediyordu, Çarli günde beş kez çöküp kalıyordu olduğu yere. Okulda nefret ettiği yürüyüş talimlerinin on katını yapıyordu burada. Herkesten kaçıyordu o yüzden. Şimdi de kadının karşısında ezilip büzülüyordu ama, onun aldırıyormuş gibi bir hali yoktu. “Burada çekirdeği çevreleyen kabin var. Reaksiyon orada olup bitiyor. Kalp dedikleri kutu bu. İçinde uranyum çekirdek var. Kalbi çalıştırıp hemen yerine takıyorlar. Çalıştırıyorlar dediğim, içeri bir tane, bir tek tanecik nötron gönderiyorlar. Sonra her şey kendi kendine oluyor. Nötron uranyum çekirdeğe her çarpışında bir uranyum atomundan üç nötron kopartır. Serbest kalan nötronlar duvarlardan sekip tekrar uranyuma gelir, uranyum orada olduğu sürece hızlanarak devam eder. Katlanarak! O yüzden şu kontrol levhaları, kabinin içine girer çıkar, girer çıkar. Kabinde serbest dolaşan nötronların bir kısmı onun üzerine yapışır. Böylece uranyum patlamaz. Anladın mı?”

“Anladım.”

“Bizim yaptığımız sadece şudur: Kontrol levhasının otomasyon sistemiyle bağlantısını kesip, köküne kadar kalbe saplarız. O zaman kalp durur.”

“Çünkü levha bütün nötronları yakalar.”

“Evet, ya da kontrol levhasını çeker atarsın, o zaman da…”

“Bum!”

“Evet, anladın. Sanırım daha önce, bizden çok önce olan da bu. Bir daha olmasını istemiyoruz.”

“Peki parçaları niye çalıyorsunuz?”

“Organlar olmadan kalp bir işe yaramaz. Onu yürütecek şey pistonlar ve çarklar. Şu kontrol levhasıyla çarpışma sayısını kontrol ediyorlar, her çarpışmada belli bir miktar ısı açığa çıkıyor. Kabinden geçen boruların içinde su var. Isıyla buharlaşıyor, su buharı şu pistonları harekete geçiriyor, onlar da önce şu aksı, sonra da şu çarkları döndürüyor. Makina böyle çalışıyor. Hiç durmadan, yıllarca saatte 80 km hız yapabilir, elektrik üretebilir, tek başına küçük bir şehir kurabilir.”

“Peki şu uzun borular?”

“İşte onların içinde pislik akıyor. Asla dokunmayacaksın. Daha önce o boruları patlattık, bir kez… Dokunan herkes öldü. Pislik insanın üstüne fışkırıyor. Üstelik ellerinde ondan çok var. Hiçbir işe yaramadı, artık o borulara dokunmuyoruz.”

“Ne işe yarıyor? O pislik?”

“Buharı soğutmaya. Çok hızlı buharlaşıp yoğunlaşıyor, o kule gibi borulardan tepeye kadar çıkıyor, çıkarken de soğuyup yoğuşuyor. Boru delinirse içerdeki basınç yüzünden fışkırıyor ve karşısına çıkan herkesi sümüğe dönüştürüyor. Anladın mı? O borulardan uzak dur. En iyisi sökülmüş parçaları döküme gitmeden çalmak. Onları bulmak giderek zorlaşıyor.”

“Ama toplayıcıların sayısı giderek artıyor.”

“Yaa, öyle mi? Peki giden toplayıcıların hepsi demirle mi dönüyor dersin?”

“Her akşam dönmüyorlar, çünkü daha uzaklara gidiyorlar, çürümeyen, parlak demir bulmak için.”

“Neden yapıyorlar bunu peki?”

“İnsanlığımıza hizmet etmek için. Yapabilecekleri başka bir iş olmadığı için…”

“Hangisi?”

“Yapabilecekleri başka iş olmadığı için…”

“Peki ya yapabilecekleri daha iyi bir iş olsaydı… Kötü topraklarda demir aramak için bu kadar acı çekerler miydi? Kendini düşün. Burada besleniyorsun, ısıtılıyorsun ve güvenle uyuyabiliyorsun, yine de ne kadar zorlanıyorsun.”

“Ama alışıyorum.”

“Evet, ama onlar senin kadar genç ve şanslı değiller, çoğu dayanamıyor. Yaşamayı başaranlar ise Çarli, haberin olsun, geri dönmek için pek bir neden bulamıyorlar. Dışarıda başka bir hayat var. Bunu fark edecek kadar uzaklaşabilenler sizin uygarlık dediğiniz çirkef çukurundan nefret ediyorlar.”

“Bildiğim kadarıyla insanlığımızın görevi…”

“Sizin insanlığınızın görevi falan yok!”

Çarli daha soru sormak istiyordu ama içinden bir ses fazla ileri gittiğini söylüyordu.

“Peki makina?” dedi usulca. “Onunla neden uğraşıyorsunuz?”

Kadın döndü, dudakları titriyordu. “Kuru sana söylemedi mi? Gözünü aç küçük adam, dön de iyice bak şu alete. Bunun aydınlık, mutluluk, kardeşlik dağıtacağına inanıyor musun? Kötü topraklara ne götürecek sanıyorsun? Tepesindeki odanın dört tarafında neden bitmeyen enerjisiyle her şeyi biçmeye hazır dört lazer silahı var? Sonar takipçiler ne işe yarayacak, ha? Gözünü aç da bak, bu bir istila makinesi!

Kuru içeri daldı. “Hey Yolan, büyük gün geldi.”

“Ne?”

“Haydi, baskına gidiyoruz.” Kuru’nun zayıf vücudu yaprak gibi titriyordu ama sesi gene sıcak ve sakindi.

“Ne diyorsun, anlamıyorum?”

“Basta! Herkesi ayağa kaldırmış. Beni yükseklerle işbirliği yapmakla suçluyor. Buraya casus soktuğumu söylüyor. Sonuçta bir şekilde herkesi ayaklandırmayı başardı, şimdi şehre yürüyorlar. Makinnayı yerle bir etmeye, başarabilirsek, şehri de… Ben gidiyorum. Sen de kendin karar ver, bir şey kanıtlamak zorunda değilsin.”

“Gündüz baskını ha? Hem daha kalabalıklar hem de silahlılar. Yükseklerin olduğu yere varamayız bile. Bu delilik!”

“Evet. Ama Seyfettin’in dediği gibi, herkesin deli olduğu yerde akıllı olmak hiçbir işe yaramaz. Ben gidiyorum, yetişmem lazım. Yola çıktılar bile.”

“Dur bekle, saçmalık… Hepimiz ölürüz…”

Yolan Kuru’nun arkasından fırladı, Çarli onun bağırıp çağırdığını duydu, sonra sesler uzaklaştı ve yokoldu.

Çarli şehre yürüyerek döndü. Döndüğünde her yeri şişmişti, elleri ve yüzü kararmıştı. Yolda su bulamamıştı. Ortalıkta amaçsızca dolaşan birkaç toplayıcıyla karşılaşmıştı ama onlar kendisinden beter haldeydi. Yolan’ın sözlerini hatırladı. Başka bir dünyadan bahsettiğini de, ama şimdi şehre gitmekten başka seçeneği yoktu.

Dönen toplayıcılarla birlikte onların kaldığı barınağa gitti, kimse hesap sormadı, onu tanıyan çıkmadı. Herkesle yemek yedi, büyük bir duvara yansıtılan tepsi oyunlarına bakmadı, kendisine verilen jetonu bulduğu ilk boş kabine atıp içine girdi. İçerisi leş gibi kokuyordu ama aldırmadı. Sabahın erken saatlerinde kapak açılıp işbaşı anonsu yapılana kadar uyudu. Sonra dışarı çıktı. Toplayıcılara katıldı, şehirden çıkar çıkmaz yüksek sesle konuşmaya başladı. “Arkadaşlar, amaçsızca dolaşmak yerine hep birlikte bir yöne gidelim. Yarım saat yürür, yarım saat mola veririz, gidebildiğimiz yere kadar gider sonra dağılırız. Herkes buluşma noktasına döndüğünde, topladıklarımızı paylaşalım, hep birlikte geri dönelim.” Hem de her gün nereye gideceğimizi biliriz…”

İki haftaya kalmadan, Çarli toplayıcıların koordinatörü oldu. Herkesten daha hızlı hareket edebiliyordu. Umutsuzluğa kapılmıyordu. Giderek daha çok kol halinde daha uzaklara gidebilmeye başladılar. Çarli isyankarların kampından özenle uzak duruyordu, ama dört hafta sonra bir grup toplayıcı onu buldu. Sonra gruplar, eskiden çalınan parçaları gömüldükleri yerlerden çıkarmaya başladılar, ganimet artık teker teker kişilerle değil, eritme hattı üzerinde olduğu gibi, sırıklı araç yönlendiricileriyle, seri halde gidip gelen on kadar araçla yapılmaya başlandı. Tüm parçalar altı hafta içinde tamamlandı, toplayıcılık artık vasıflı memurluk addediliyordu. Tüm toplayıcılar terfi aldı ve montajda çalışmaya başladılar. Diğerlerinden daha talimli oldukları için kol kaslarını çok daha iyi kullanabiliyorlardı. İşler bu kez gerçekten hızlı ilerledi. Çarli’ye ve becerisini kanıtlayan birkaç toplayıcıya kendi konut hesapları açılıp kartları teslim edildi. Birkaç toplayıcı yükseklerin katkısıyla antrenman salonu açıp işletmeye başladılar.

Bu arada makinanın da montajı bitmek üzereydi. Artık alanda bekçi yoktu, tehlike geçmişti. Makinanın montajının bitmesi sanıldığı gibi şenliklerle falan kutlanmadı, ama kimse de farkına varmadı, çünkü oyun merkezi kotaları kaldırdı, kendini geliştirme merkezleri oyun destekli interaktif programlara ve tepsi yayınlarına başladı. Çocuklar arasında çeşitli madenlerin, mücevherlerin saklı olduğu alanlarda toplayıcılık yapılan tepsi oyunları revaçtaydı. Kadınlar için mutfakta ve bahçede bilinmesi gereken bin küçük şey adlı bir bilgi yarışması açıldı. Bu kadınların hayatlarında hiç mutfakları ve bahçeleri olmamıştı ama çoğu bu yarışmayı çok sevdi. Kadın erkek eşitliği adına, kadınları yürüyüş yapmaya davet eden sokak gösterileri başladı. Yürüyüşlere katılan kadınlara parfüm hediye ediliyordu. Her yerde, yürüyüş dinçleştirir, pankartları boy gösteriyordu. Bunlar olup biterken, makina tamamlandı.

Çarli makinada pistonların haftalardır çalıştığının farkındaydı, çekirdek hızlandırılmış, buhar türbini çalışmaya çoktan başlamıştı. O pis soğutucu sıvının devridaimi başlatılana kadar, birkaç kez emniyet vanalarından fışkıran buharın yerine su beslenmesi gerekmişti. Ama makina bittiğinde, Çarli her şeyin hazır olduğunu biliyordu. Gidip kumanda tablosunu kontrol etmek için gece olmasını beklemişti. Şimdi iş onun sessiz bir törenle yolcu edilmesine gelmişti. Acaba makinayı kim kullanacaktı? Hiçbir şey söylendiği yoktu. Ama bölmenin altındaki kapağı açıp baktığında, bir miktar erzak yüklendiğini gördü. Varlığından bile haberdar olmadığı türde kutu kutu yiyecek ve içecek vardı.

Sessizce konutuna döndü. Kabinini içine girmeden çalıştırdı. Sonra yerde kıvrılıp biraz uyudu. Sabaha karşı erkenden uyandı. Makinaya gitti. Koskoca öldürücü aksam, Tanrı’nın makinesi, ve onun kutsal amacı… Bu delilik diye düşündü, ama herkesin deli olduğu yerde aklın hükmü yoktu işte. Tepeye tırmandı, makinanın bazı parçalarını kendi elleriyle yerleştirmişti, ama yukarıdakileri değil… Aşağıdakileri. Ama kalbin nasıl çalıştığını iyi biliyordu. Dahası, beynin nasıl çalıştığı hakkında fikri vardı. Oradan ayrılmadan önce Yolan’ın arkasında bıraktığı planı en ince ayrıntısına kadar ezberlemişti.

Makina tok bir sürtünme sesiyle kımıldadı, kontrol paneli elinin altında oyuncak gibi ışıklar saçıyordu, “kendin git” oyunu. Silahları, dürbünleri kontrol etti. Hepsi şarjlı, kullanıma hazırdı. Bu durumda bir itirazla karşılaşmayacağından emindi. Şehirden çıktı, arkasında birkaç patlama duydu, Yolan’ın bahsettiği silahları hatırladı, ama makina durdurulamazdı. Ona yetişecek hiçbir araç, hiç kimse yoktu.

Geride kalanlar makinasız hiçbir şey yapamazlardı, artık yeni bir makina da yapılamazdı. Nötron kaynağı bile ondaydı. “Vay canına!” diye düşündü, “Kötü toprakları kurtaran fatihin kim olacağı hiç aklıma gelir miydi?” Silahları asla kullanmamaya karar verdi. Hemen lazer bağlantılarını söktü. Onlara nasıl yaklaşacağını düşündü. Barbarlara. Hiç ışık görmemiş olmalıydılar. Belki güneşe ya da yıldızlara tapıyorlardı. Belki yamyamdılar. Öyle olsa bile, onları etkilemek için silaha ihtiyacı olmayacaktı. Sadece bildiklerini söyleyecekti, onlara elektriği öğretecekti, ev yapmayı, evi ısıtmayı, yemeği pişirmeyi, sürtünmesiz alan yaratmayı… Böylece ağır şeyleri kolayca taşıyabileceklerdi. Kendilerini de… Makinayı modifiye ederek bir toplu taşıma aracı yapabilirlerdi mesela. İnsanlar daha uzaklara gidebilirlerdi o zaman, hep birlikte. Yükselen yepyeni şehirlerin hayalini kurdu. Yaşanası şehirler. İnsanlığın yeniden yükselişi. Evet onlara bildiği her şeyi öğretecekti.

Sonra uzakta bir hareket gördü. Barbarları. Donmuş gibiydiler. Teker teker ayağa kalkıp kendisine baktıklarını gördü. Barbarlar bunlardı demek. Hiç insana benzemiyorlardı. Kuru gibi, cıpcılızdı hepsi. Boyları da neredeyse kendisinin iki katıydı. Hepsinin başında peruk vardı. O kadar cahil ve ilkel insanların bu pahalı, bakımlı perukları nereden bulduklarını merak etti, şehirde sadece en yüksekler peruk takabilirdi. Burada çocukların bile başı çıplak değildi. Bu yaratıklar, insanlardan bile güzeldiler. Hepsi, ama hepsi yürüyebiliyordu. Hem de çok hızlı. Danseder gibi, ahenkli hareketlerle. Çarli onlara yakından bakmak için dayanılmaz bir istek duydu ama kendisinden korkacaklardı. Boşverdi. Yavaş yavaş makinadan indi. İnsanlar onu görünce bir çığlık attılar. Kendisi de Kuru’yu görünce ne kadar korktuğunu hatırladı, ama konuşmaya başladığında sesi korkusunu gidermişti. Onun gibi neşeli, güvenli bir sesle konuşmaya çalıştı. “Biliyorum, herkesin deli olduğu yerde akıllı olmak iyi değildir,” diye başladı. “Dilimi bilmiyorsunuz, ama olsun. Belki yine de anlaşabiliriz. Size bildiklerimi öğretirim, siz de bana öğretirsiniz.” Aralarından bir adam gülümseyerek geldi, “Hoş geldin, dedi. Dilini biliyoruz. Sen de toplayıcı mısın?”

Çarli afalladı. “Toplayıcı mı? Hayır.”

“Felaketin olduğu yerde bazı insanların hayatta kaldığını duymuştum. Ama inanmamıştım. Hayatta kalan herkes nesiller önce buraya, okyanus kıyısına kadar geldi sanıyorduk. Hala bazen sakat bebekler doğuyor ama burası yine de güvenli. Kuzeye gitmiyoruz. Patlamanın olduğu yerde toprak hala radyoaktif. Orada kimse kalmamıştır diyordum. Ama sonra Pampas’ta sizden birini gördüm, kuzeyde, kendisine toplayıcı diyordu. O da senin gibiydi. Ama sonra biraz iyileşti. Ona gidip halkını buraya getirmesini söyledik, burada herkese yetecek kadar balık ve toprak var. Ama o geri dönemeyeceğini söyledi. Yolun çok uzun olduğunu, yolda öleceğini söyledi. Halkının güçsüz olduğunu ve buraya gelmemesi gerektiğini de söyledi. Pampas buraya yürüyerek on-onbeş gün uzaklıkta. Sen yürüyen kulenle gidebilirsin.”

“Yürüyen kule,” dedi Çarli, “bozuldu. Artık çalışmıyor. Ama ben yürüyerek geri dönebilirim.” Arakasından patlayan silahları düşündü. Geri döndüğünde kendisini dinleyecek birini bulabilir miydi? Öyle bile olsa, buraya gelenler yanlarında ne getireceklerdi? Umutlarını mı? Medeniyetlerini mi? Tanrı’nın bahşettiği makinelerini mi?? Yeni dünya hayallerini hatırladı, efendilere yakışan rahat hayat, güzel evler, daha çok işgücü!

“Ama önce, birkaç gün burada kalıp düşünebilir miyim?”