Talihsiz Şanslar

Ali Kartal

-gel buraya lanet olası, kafanı tuğla gibi ezicem seni piç, sana buralarda dolaşmanın bedelini ödettiricem namussuz sıva döküntüsü.

küfürleri gibi kovaladığı adamın kafasına eline ne geçerse sallıyordu, ancak şu boktan döküntülerin arasında ayakta durabilse, birde yerden eline sığdırabileceği bir döküntü alabilmek ha bire eğilip durmasa adama gününü gösterebilirdi fakat yine elinden kaçırmıştı kahrolası eşeleyiciyi.

eşeleyici yolunu biliyordu, asla saldırmaya kalkma, yoluna konsantre ol, kafana gelen moloz roketlerinden kurtulmaya çalışacağına ayakta durmaya çalış. olay bundan ibaretti sadece.

-aptallar, menteşeleri bozuk pencereler gibi sallanırlarken beni vurabileceklerini zannediyorlar, derken ihtiyacı olan son parçayı da giydiği paçavraların altına, kimsenin göremeyeceği ve hiçbir şey yokmuş gibi sallanabilmesi için tıkıştırmaya uğraşıyordu.

hava bozuyordu, kül bulutları çoktan toplanmaya başlamıştı ve sığınağına ulaşabilmek için acele ediyordu. yakalanmamak için ciğerlerini ağzından çıkartana kadar koşacaktı yoksa toz yağmurna yakalanan diğerleri gibi yıkıntıların arasında taşlaşmış başka bir heykel olarak düşecekti.

Sığınağı şuracıktaydı, az kalmıştı, ufalanmakta olan yıkıntılarından çıkan kalın demirlerinden eskiden hep büyük ve görkemli olduğunun hayalini kurduğu şu yıkıntıları da geçe bilirse, gizlediği tünelden sığınağına inebilirdi. Bu döküntüleri epey sevmeye başlamıştı, belki ondan eskiden güzel bir yer olduğu hayalini kurardı ama bu hayaliyle beraber diğer döküntülerin altında kendilerine sığınak bulabilmiş yamyam çeteleri bu büyük yerden hep uzak kaldıkları ironisi de aklına geliyordu bazen.

Buranın yakınlarına kimseler yaklaşamıyordu ve o da yaklaşamıyordu ama eğer canlı canlı yenilmek korkusuyla hayatın boyunca gitmekten korktuğun bir yer arasında seçim yapma zamanı gelince o da ölümünün daha az kesin gördüğü için ya da daha az vahşi; burayı tercih etmişti. “iyi ki de öyle yapmışım” diye seviniyordu çoğu kez, çünkü buraya geldiğinde dışarı çıkabilmek çin uygun olan günü 2 zamanından sabahı seçmişti ve kovalamacayla buraya kadar kaçabilmiş, yamyamlar gün yaklaştığı ve kavrulmamak için kendi sığınaklarına kaçabilmişti, o da kimsenin yaklaşamadığı ama kendisinin de bir yere gidemeyeceği, kısacası domuzun dönemediği yere sıkışıp kalmıştı, sıcaklık arttıkça deliler gibi en ufak gölgeye sığabilmek için şekilden şekile girmeye uğraşıyordu, gözünün döndüğü bir anda, moloz yığınlarının arasında kendisine bir kovuk ayarlayabileceğini düşündüğü bir beton parçasına var gücüyle asılmaya başladı derken betonu yerinden oynatıp kovuğa girdi ve gayri ihtiyari güneşten ve közleyen sıcaklığından kaçabilmek için kendini geriye doğru itekliyordu ve sonra memnun kaldığı bir serinlikte süzülmeye bağladı, bir yerlerinin bazen bir yerlere çarptığını hissediyordu, acı yükseliyordu bedeninde ve sanırım ben şimdi ölüyorum diye aklından geçirirken tok bir ses duydu ve düşünceleriyle beraber bu dünyadan ayrıldı.

Ayıldığında bağlanmış, kimi yerlerinin bir şeylerle sarılmış ve aynı zamanda da çıplak olduğunu. Kulağına gelen seslerin olduğu yeri görebilmek için kafasını hareket ettirmeye çalışırken, acı tekrar bedeninden yükseldi ama bu sefer ağzından dışarıya birkaç küfürle beraber çıktı ve hemen eski konumuna geri döndü. Kendi çıkarttığı seslere karşılık olarak, daha önce duyduğu seslerin bazıları kesilmiş ama bir yandan da ayak sesleri ona doğru yaklaşmaya başladı.

Bir surat gördüğünde, bu gördüğü suratın daha önce gördüklerine nazaran ne kadar da çok dağınık aynı zamanda da temiz olabildiğini gördü, yakalanmış olduğuna şaşırmamıştı ama böyle bir yüz onu epeyce şaşırtmıştı. “Her halde gerçekten öldüm” diye düşündü. Bu düşüncesine karşılık olarak karşısında duran siluet zar zor bir birine ekleyebildiği kelimelerle

-yam yam de ğil miş sin, diyebildi.

Bugün çok şaşıracaktı elbette ama bu şaşırmaları çok daha uzun süreceği şaşkınlık nöbetlerinin sadece başlangıcı gibiydi. Ama otomatik olarak cevap verebildi.

-hayır değilim, ben eşeleyiciyim

-a neg üzel neg üzzel, hıhıhıhı, dış arıçık madan birş eyle rdeb ulunu ablin iyorm uşd emek.


Kurnaz zekasıyla buradan bir şeyler çıkarabileceğini kavraması fazla uzun sürmedi ve adamında görünüşüne bakılırsa, iyi beslenebiliyormuş, temiz kalabilmiş, pek sakat sa görünmüyordu, konuşması hariç, ama yine de öldüğü düşüncesini kafasından atamamıştı. “Bu hep o anlattıkları eski hikayelerdeki güzel yaşamın bir çeşidi galiba” düşünmeye başladı bu sefer, kafası çok karışmıştı, yaşamam gerekiyor diye düşünüyordu, o hikayelerde acıyla ilgili bşer şey olduğunu hatırlayamıyordu.


-ben yaşıyor muyum, diye sorabildi bu sefer cesaretini toplayarak.

-e vete vet, oldu adamın cevabı ve devam etti, “iy ileş ince işimey arayacak sın, iy iark adaşo lacağızs eninle”

-galiba, diye düşünceye daldı bir anda ve ekledi, “benden ne yapmamı istiyorsun?”

-sen bana dışarıd an, istedikl erimi bulacaksın, ben de burad ayaş amana izin vereceğim, ama sadece baz ıbölümlerde, zam anı gelirsed ebu yersan akal acak.

-bu iyi bi teklif, konuşman da düzeliyor.

-evet konuşma yalı epey zaman geç miş ti biris iyle, konuştukça düz eliyor, o yüzden hep böyle uzun cümlel erkur mayaç alışıyorum, yakında tümüyled üzelir.

-güzel güzel, bana ne yaptın, sanırım yam yam olmam ihtimali için beni bağladın.

-evet, zekiym işsin, bug üzel, çog üzel, diğerl erine gelince, onlarla yaral arını sardım, çok dahaç abuk iyileş eceksin.

-bütün ihtimalleri de göze almışsın demek, o kadar çok ihtiyacın mı vardı birisine?

-şimdi uyu, dahaç ok zaman var her şeyi çin, dedi ve bir rahatlama nefesi vererek uzaklaştı ve önceden gelen sesler yeniden gelmeye başladı. Bu seslerle yavaş yavaş uykuya daldı.


Ertesi gün uyandığında bağlarının çözülmüş olduğunu gördü, yatağın ayak ucunda da elbise olduklarını düşündüğü katlanmış giysiler vardı. Yavaş yavaş doğruldu, elbiselere uzandı ve giyinmeye başladı. Elbiseleri giymeyi yeni bitirmişti ki adamın geldiğini gördü ve irkildi, nasıl da gafil avlanmıştı, “bu kadar da çabuk güvenmemeliyim” dedi kendi kendine, çabucak toparlandı ve adamı selamladı. Adam “gel de yem ekye” dedi ve ne kadar da çok aç olduğunun farkına vardı.


-iki gündür ner edeyse kesin isiz uyudun, ufak kon uşmamız dışında.

-o kadar oldu mu?

-uzun bir düş üş olmalıydı, gör eceksin, gel ilk önce yem ek ye.

Eşeleyiciyi naylonlardan ayrılmış duvarlardan, perdeler arasından teneke kutuların ve birkaç tapak çanağın yığılı olduğu, ortasında bir masa ve 2 sandalye olan bir odaya getirdi. Adam, eşeleyeciye bir sandalye gösterip oturmasın söyledi, o da oturdu, adam önüne, teneke kutuların birinden karma karışık bir şey boşalttığı tabağı sürdü ve eşeleyicinin anlamakta güçlük çektiği kaşığı eline tutuşturdu. Eşeleyici kaşığa şaşkınlıkla bakıyordu, bir kaşığa bir yemeğe, sonra kaşığı alıp yemeğin içine soktu, biraz yemek doldurup çıkardı, hafifçe gülümseyip yemeğini alışık olmadığı bir şekilde yemeye koyuldu. Bitirdiğinde adam bir tande daha teneke kutu açıp tabağını doldurdu. Altı kutu bittiğinde eşeleyici hayatında hiç doymadığı kadar doyduğunu söyleyip teşekkür etti. Adam gülümseyerek ve kafasını bir aşağı bir yukarı habire sallayarak bu teşekkürü kabul etti.

-doyduğuna göreş imdi bana dışarıda neler olduğu nu anlatmaya başl ayabilirsin. Hayat nas ıl yukarı da eski den olduğu gibi mi? Kaçta ne eşeleyici var, kaç kazı cık aldı? Ya yam yam lar? Fazla çoğ almamışlar dırum arım.

-eşeleyiciler hergün azalıyorlar, birleşip de yamyamlara karşıkoyabilecek kadar olan pek fazla yok ama çoğunlukla yalnız yaşarlar ve yalnız yaşayan eşeleyiciler de birbirlerine hiç de iyi davranmıyorlar. Yamyamların sayıları her geçen gün artıyor ve güçleniyorlar, yamyam gruplardan bir tanesi ise ne eşeleyici ne de diğer yamyam grupların değil karşı koymayı adlarını duyduklarında kaçıyorlar ve diğer yamyamlar gibi tuzak da kurmuyorlar açık açık avlanmaya başladılar, yamyamların bu kadar çok büyümesinin sebebi çok fazla kadınları var, çok ürüyorlar, eşeleyicilerde her geçen gün yemek bulmakta zorlanıyorlar, gruplar her geçen zaman küçülüyor ama kazıcılar mı demiştin? Öyle birilerini ne gördüm ne de duydum, çocukluğumda duyduğum hikayelerden de öyle bir şey hatırlamıyorum ve yalnız yaşayan bir eşeleyiciye de kimse pek bir şey anlatmak istemiyor.

-demek kazıcılardan kimse kalm adı. Belki böyle yerl er bulabilen ler olm uştur ve yüzeye hiç çık mıyorlardır.

-sen de mi bir kazıcısın?

-ben mi? Hayır değ ilim, ben de esk iden bir eşeleyiciydim, yalnız eş eleyicilerden, biraz senin gibi bul muştum burayı, bir kaz ıcı vardı burda, bir şeyler için uğraş ıyordu, sonra ban ada öğretti şimdi de ben uğraş ıyorum onun kaldığı yerden, eğer kab ul edersen, ben de sana öğretirim.

Böylece o da öğrenmişti eski uygarlığı ve ondan kalanları nasıl bulabileceğini, adamdan çok şey öğrenmişti ve hayatında yaşabileceğini düşünmediği kadar rahat yaşamıştı ve sonuça ulaşmasına ramak kaldığında, makinelerden bir tanesi arıza yapmıştı. Kazıcıların kurduğu bu sığınakta zamanında her makinenin nasıl çalıştığı ve bozulacak olursa tamir edilebilmesi için her makinenin yanına kitaplar konulmuştu, onların yardımıyla birçok zorluktan sonra gerekenin ne olduğunu bulmuştu ama işin en zor yanı bunu yüzeyde de bulabilmekti. Yıllarca onu aramıştı ve şimdi tek umudu parçanın sağlam olmasındaydı.

Sığınağa indikten sonra ne kadar da parçayı merak etse de, bir güzel temizlenip yemek yedikten sonra bir güzel uyku çekmekle yetindi. Kalktığında ilk yaptığı şey parçayı denemek oldu. Değiştirdikten sonra bilgisayarı açtı, monitörden görüntü gelip işlemlerin yapıldığını gördüğünde sevinçten parmakları karıncalanıyordu.

Program otomatik olarak çalışmaya başladı, aslında onun pek fazla bir şey yapmasına gerek yoktu, sadece programı her yeni arama için yeniden başlatmak dışında. Bozulmadan önce program aranan dosyayı bulmuş ve çözmeye başlamıştı ancak yarım kalmıştı. Şimdi programı yeniden başlatmıştı, en başında çözmeye uğraşıyordu.

Zamanın geçmesini beklerken hep yaptığı gibi kütüphaneye yollandı. Genellikle adamın tavsiye ettiği kitapları ve o konularla ilgili kitapları okuyordu, sanal gerçeklik, simülasyon, algı ve gerçek. kütüphanedeki bu konu üzerine olan kitapları neredeyse bitirmişti, kalanlar sadece edebiyat bölümüne girenlerdi. Bugün de onlardan birini okumaya başlamıştı. Uykusu geldiğinde, sandalyesinden doğruldu, ağrıyan sırtını kütürdete kütürdete yatmaya gitti. Program hala dosya üzerinde çalışıyordu, bitince yeterince gürültü yapıyordu. Kaşına kaşına yatağına girdi ve biplemelerle uyanana kadar kütük gibi uyudu.

Program dosyayı açabilmişti sonunda ve kullanıma hazırdı. Dosya hakkında öğrendiklerine göre, eski uygarlığın yıkımından sorumlu olanların bilinçlerini aktardıkları bir sanal yaşam programını düzenliyordu. Bunun yanında, zamanı geldiğinde, dünyanın bir yerlerine saklanmış olan bedenlerine aktarmak, ayrıca bu zamanın geldiğine karar verebilmesi için dünyanın yaşanabilirliğini ölçen programlardan gelen verileri analiz etmek. En önemlilerinden biri ise tekrar canlandırmanın ardından yeniden dünyaya dönecek olanlara dünya tarihini vermek için kayıt tutmak

İlk olarak tarih kayıtlarına girdi. Tarih kayıtlarında ilk girdi, beş yüzyirmibir yıl öncesindendi. Kayıtlar dünya tarihinin her gün kötüye gittiğini ve bir zaman sonra sabit kalmış. Hayatta kalan grupların çoğunluğu yamyam olmuştu ve diğer grupların sayıları da giderek azalmaktaydı.

Dünya yaşanabilirliği de bir nokta da durmuştu ama bu iyileşme eğrisi hep düşerken olmuştu görünürde ve programın tahmini düzelme zamanı olarak da olanaksız olarak görünüyordu.

Kayıtları okumayı bitirdiğinde dosyanın sanal gerçeklik programını incelemeye başladı. Programda binlerce bilinç sonsuz bir rüya görüyordu. Bedenlerin nerede saklandığını öğrenmek isterken bilgisayarı aniden kilitlendi ve ekran siyaha döndü ve bir soru belirdi karşısında.

-kimsiniz?

-ben bir eşeleyiciyim, yazdı o da.

-programa nasıl girebildin?

-ben de tam olarak bilmiyorum, bunun için yıllardır çalışan pek çok nesilden bir tanesiyim, diye cevapladı.

-başarmışsınız da. Neden programa karıştınız?

-bilmiyorum, ben sadece bir şeyler yapan birilerinin çalışmasını devam ettirdi ve burada da karşı koyamayacağım kadar rahat bir yaşam vardı, sanırım sizinkisi de buna benzer bir istek, değil mi?

-sen bilginin yetmediğin konulara bulaşma.

-belki bilgim sizinkisinden az olabilir ancak, gördüğüm kadarıyla planınız asla başarıya ulaşmayacak, yıktığınız bu dünya düzelmeyecek bir kısır döngüye girmiş gibi görünüyor. Kayıtları inceledim.

Uzun bir süre yanıt gelmedi, o kadardı ki eşeleyicinin canı sıkılmıştı ve ne kadar uzun bir süredir burada dosyayla uğraşmak zorunda kaldığının farkına vardı ve karnında onu onaylarcasına gurulduyordu. Tam sandalyeden kalkmak üzereyken monitörde bir yazı daha belirdi. Eşeleyici yazıya bakakaldı.

-sana bir teklifimiz var. Bu eşeleyicinin kafasını karıştırmıştı. Acaba ne gibi bir anlaşma sunmak istiyorlardı?

-ne teklif etmek istiyorsunuz?

-dünyanın kendisini yenileme sürecinde bir kısır döngünün olduğu doğru, iyileşmeyi sağlayabilmek için de dışarıdan müdahale etmek gerekiyor, böyle bir olasılığa karşı bir programımız vardı ancak ona erişemiyoruz, bozulmuş olmalı, dışarıya çıkıp bunu kendimiz yapmaya çalışsak da yeteri kadar iş gücümüz yok, bunun için senden yardım istiyoruz, dış dünyadaki insanlardan bu işi yapabilecekleri toplamak için, sanırım dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması için iki tarafında işbirliği yapması gerekiyor.

-peki bunu nasıl başarabileceğimi zannediyorsunuz? Dışarıda, bildiğinizi zannetmem ama, yamyamlar denilen bir tehlike var ve eşeleyiciler kendi türlerini yemeseler de anlaşma yapması zor insanlardır.

-dışarıdaki durumdan haberimiz var ancak ona buradan pek müdahale edemiyoruz, ancak yamyamlarla mücadelenizde size yardımcı olacak silahlarımız var, eğer teklifimizi kabul edersen size onları verebiliriz.

-sanırım bu teklifinizin kabul edilebilir yapıyor.

-kabul ediyor musun?

-evet kabul ediyorum, ancak diğer eşeleyicileri ikna etmeye çalışırken bu silahlardan ihtiyacım olabilir.

-kabul edildi. Sana silahların nerede olduğunu gösteren haritayı gönderiyoruz ve oraya nasıl girebileceğini anlatan bir dosya bulacaksın bilgisayarında. Ancak şunu unutma, bizi kandırmaya çalışmaman için sana sadece küçük bir miktarda silah sağlayacağız ve yeni talimatları silah deposuna ulaştığında vereceğiz, oraya vardığında bizimle nasıl temas kurabileceğini ve daha pek çok şeyi anlatan yazıları da bilgisayarına yükleyeceğimiz dosyanın içinde bulabilirsin. Bizimle tekrardan iletişim kurmak istersen programdaki iletişim parametresini gir. Konuşma bitirilmiştir.

Monitöre boş boş bakıyordu. Tam olarak neyin nasıl olacağını anlamamıştı ve bunun da açlığından dolayı olduğunu zannetti ve gidip mükellef bir konserve ziyafeti çekti. Ardından bilgisayarına yüklenmiş olan talimatları okumaya başladı.

Sineklerin Tanrısı

Rafet Arslan

Çocukluk hep masumiyetle anıla gelmiştir, örneğin çocuklara karşı işlenen suçlar toplumda derin infial yaratır. Benzer bir suç yetişkin birine karşı işlendiğinde, karşılığı gazetelerin 3. sayfa haberleridir. Çocukların işlediği küçük suçlara hoşça bakılır; büyük bir suç işlediklerinde ise toplum sert bir özeleştiri sürecine girerek günah çıkarır. Toplum, çocukları sevmeyen, onlarla anlaşamayan yetişkinlere de hoş gözle bakmaz.

Post-modern dünyada şiddet ve suça bulaşma yaşının gitgide düşmesi, uzmanları en çok meşgul eden sorunların başında gelmektedir. Oysa bu konudaki bilimsel ve felsefi araştırmaların tarihi çok eskidir, fazla derine inmeden (aydınlanma çağından itibaren) çocuklar üzerine yapılan çalışmaları kısaca analım. J. Rousseau, insan yavrusunun hür doğduğunu ama dış çevrenin onu zincire vurduğunu ileri sürer. Robert Owen, çocuk eğitiminin önemine vurgu yaparak, dünyanın ilk ana okulunu kurmuştu. Marx ve Engels “Kutsal Aile”nin ipliğini pazara çıkardılar. Freud, ”Oidipus kompleksi” tespiti ile çocuk gelişimine ilişkin radikal görüşler sundu. Lacan, Freud’un kuramına “ayna evresi” dönemini ekledi. Althusser, Oidipus’u ailenin ideolojisi olarak nitelendirerek, aileyi “devletin ideolojik aygıtlarından” biri saydı. Focault, iktidarın özneyi çocukluktan tahakküme aldığının altını çizdi.

Bu çalışmalarda ortaya çıkan en önemli paradoks, insanın doğuştan gelen bir doğaya sahip olup olmadığıydı. Bu konu, Jung’un toplumsal bilinçdışı araştırmalarından, genetik bulgulara kadar geniş bir alanda tartışıla geldi. Yine Freud’a göre her insanın içinde sevgiyi temsil eden Eros, ölüm ve yıkıcılığı temsil eden Tantalos güdüleri vardı.

Burjuva toplum bir çeşit savunma refleksi ile yeni suçluların oluşumunu engellemek için sevecen aile ortamına, küçük yaşta eğitimin başlamasının gerekliliğine ve gelişim psikolojisine vurgu yapa geldi. Ve de bu yaklaşımı her türlü yozluğa kapılarını açmasına rağmen sürekli muhafazakar değer yargıları ile açıkladı.

Oysa; bugün çocuklar Afrika’da açlıktan, Irak’ta Filistin’de kirli savaştan ölmektedir. Uzakdoğu sanayisini çocuk emeği sömürüsü üzerinde yürütmekte, Tayvan ise dünyanın çeşitli yerlerinden gelen para babalarının çocuk bedenleri satın aldığı bir pislik yuvasına dönüşmüş durumda. Artık, her isteyen birkaç tuşa basarak çocuk pornografisine ulaşabilmekte. 21.yy’ın başında gördüklerimiz, iki yüzlüce oynanan bu oyunun yarattığı utanç tablosudur.

Ülkemiz ise Antep’in baklava çalan çocukları, Manisa’lı işkence mağdurları, tinerci çocuklar örneklerinde olduğu gibi, bu sorunları pedagoglara değil, adli makamlara devretmiş durumda. Tüm bu tablo uygar olarak nitelendirdiğimiz dünyanın iki yüzlülüğünü yürek acıtarak ortaya koyuyor. Tek kutuplu global dünya, uygarlığın bağrında vahşeti, iğrençliği büyütmektedir. William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı da tam bu noktadan önemini 50 yılı aşkın zamandır kaybetmemiştir.

Geçmişte değişik yayınevlerince birkaç kez basılan bu romanın son baskısı, 2001 yılında İş bankası yayınları tarafından yapıldı. Kitabın çevirisini ise İngiliz edebiyatına uzmanlığı ve temiz türkçesi ile bir kaç sene önce yitirdiğimiz Mine Urgan yapmış. Ayrıca Urgan, kitabın başına önsöz olarak romanla ilgili güzel bir deneme eklemiş. Roman soğuk savaşın, sıcak savaşa dönüştüğü karanlık bir gelecek portresi sunar. Atom bombalarının kullanıldığı bu korkunç savaştan kaçırılmak istenen bir grup İngiliz çocuğu taşıyan uçak okyanustaki bir ada üzerine düşer. O güne kadar uygar dünyada yetişkinlerin kontrolünde büyüyen 6-14 yaş arası çocuklar adada kendi kendilerini idare etmenin yolunu ararlar. Atak kişilikli Ralph ve Jack liderlik için yarışırlar. Kazanan tüm çocukların arzu nesnesi haline dönüşen büyük deniz kabuğunun sahibi Ralph olur. Fakat barınaklar yapmak, sürekli ateş yakarak kurtarılmak için sinyal vermeğe uğraşan Ralph’a karşı avlanmayı merkeze alan Jack liderlik hevesinden vazgeçmez. Bu iki çocuk ve onların savunduğu değerler arasındaki gerilim romanın sonuna kadar devam eder.

Sineklerin Tanrısı, dönemin ruhunu yansıtmayı başarmış bir eser olarak defalarca birçok dile çevrilmiştir. İkinci dünya savaşı ve atom bombası yıkımı ardından, çocuk savaş paranoyalarının gündemin merkezine oturduğu bir dönemde yazılan roman, Golding’in sade, anlaşılır ama etkileyici kalemiyle nobel ödülüne layık görülmüştür. Ayrıca eser birçok defa beyaz perdeye aktarıldı. Golding bu ilk romanın başarısı ardından uzun ömrü boyunca (1911-1993) 10 roman daha yazdı. Bu romanlardan sadece insansı maymunların dünyasında geçen “The Inheritos” yazarın Sineklerin Tanrısı gibi bilimkurgu sanatı içinde yer almaktadır. Yazarın, Kule ve Çatal Dil romanları da İş bankası Kültür Yayınları baskısı ile kitapçı raflarında bulunabilir.

Sineklerin Tanrısı, Kumsalda, Hiç Çimen Yok gibi soğuk savaş ve atom tehlikesinin öne çıktığı kara ütopyalar arasında yer alır. Fakat uygarlık sonrası vahşete dönen kahramanlarının çocuklar olması sayesinde çok daha geniş kesimlerce dikkate alınmıştır.

Biçimsel açıdan Golding anti tezini yazmaya soyunduğu R.M. Ballentyn’ın Mercan Adası romanının çocuklara yönelik yazıldığını unutmuş gibidir. Çünkü Sineklerin Tanrısı konu itibarı ile yetişkinlere yönelik yazılmış bir kara ütopyadır. Ve de böyle bir yapıtın okuru romandaki kişilerin karakterlerinin ete kemiğe bürünmüş olmasını bekler. Oysa Golding’in romanı okura bu derinliği sunmada başarısız kalır. Roman iki zıt karakterli çocuk arasındaki gerilimi, kolayca uygarlık ve vahşilik arasında simgesel bir karşıtlığa çevirmesi ile etkisini zayıflatıyor. Golding’in açık rollere soyunan simgesel özneleri, gerçekte çocukların basit düşündüğü kanısında olan önyargılı bakış açısıyla özdeşleştirilebilir. Oysa çocukların basit, kolay anlaşılır duruşları büyükler gibi savunma mekanizmalarıyla donatılmamış olmanın açık sözlülüğündendir. İçinden geçeni en açık yürekle dışa vuran bir patavatsızlıktır bu. Yaşam koşullarının standartlaştırdığı yetişkinlere göre çocuklar yenilikleri, düş gücünü ve özgürlüğü daha çok önemserler.

Roman, Ralph’ın neden uygarlık değerlerine bağlı kalıp, savunuculuğunu yaptığının ipuçlarını okura sunmakta. Orta sınıftan uyumlu bir ailenin çocuğu olan Ralph’ın uygar geçmişle olan bağları kuvvetlidir.

Oysa çok net bir biçimde kötücül tarafı temsil eden Jack’ın geçmişi ile ilgili bir bilgi okura verilmez. İlkel güdülerine teslim olmasına kanıt olarak, askeri disiplin ile idare ettiği kilise korosu ortamı ile yetinmek zorunda kalırız. Tek tip kıyafetli, koyu bir disiplinle sürüleştirilmiş kilise korosu, militaristleşmiş kurumları çağrıştırmaktadır. Jack’a göre “avlanmak için bir ordu” ya ihtiyaçları vardır. Fakat tüm bunlar Mine Urgan’ın aktarımıyla Jack’ın “küçük bir faşist, çekirdek halinde bir başbuğ” olmasının açıklamasını okura sunmaz.

Gerçi Jack’ın yaşadığı değişim bir anda gerçekleşmez. İlk karşılaşmalarında Jack domuzu öldüremez. Ardından, her öldürme eylemi, çocukları bir adım daha uygarlıktan koparıp, vahşileştirir. Freud Tevrat’ın “öldürmeyeceksin” emrini uygarlığın başlangıcı ile özleştirmiştir. Freud’a göre uygarlık bu tip yasaların toplumca kabulüyle kurulmuştur. Uygarlığın, kısıtlamaları temsil eden aile, okul gibi mekanizmalardan uzakta, çocuklar ilkelliğe kolayca dönerler. İlkel kabileler gibi, çocuklar yüzlerini boyayıp av şenlikleri yaparlar, canavarlara adaklar verirler. Korkunun ve şiddetin belirleyici olduğu yerde,”Ralph’a göre aklın egemenliği çöküvermiştir.” Varolduğuna inanılan canavara armağan edilen, kazığa geçirilmiş domuz başı, totemci ilkel toplulukların davranışları ile örtüşür. Bu tablo, iyi huylu ve akla inanan Simon adlı çocuğun sineklerin tanrısına dönüşen domuz kafası ile yaptığı hayali diyalog da iyice belirginleşir. Akla inanan Simon ve domuzcuklar adılı çocuklar, yarı kaza yarı kasti saldırılarla öldürülürler. “Yaşam bilimseldir” görüşünü savunan ve bir yetişkin gibi düşünebilen domuzcuk, şişman vücudu, miyop gözlükleri kadar doğruları cüretlice söyleyen aklı yüzünden, baştan beri tepkileri üzerine toplamıştır.

Sineklerin tanrısı, ıssız bir adada kötülükleri dünyamıza yaymaya devam ediyor. İlkelliğe dönüş özleminin bir çeşit modaya dönüştüğü günümüzde, Simon, domuzcuk gibi çocuklar yetiştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde vahşetin soluğu her an yanı başımızda.

Uzayda Piknik

Arkadi & Boris Strugatsky

Maya Yayınları

Uzayda Piknik ya da birebir çevirisiyle “Yol Kenarında Piknik” uzaylıların ziyaret ettiği bir bölgenin hikayesidir. Fakat bu sıradan bir dostuk veya istila hikayesi değildir. Zaten Strugatsky’lerin hiçbir hikayesi sıradan değildir. Hikayede uzaylılar ve dünyalılar hiç karşılaşmazlar. Uzaylılar sadece gelmiş ve gitmişlerdir, neden geldikleri, nasıl geldikleri, ne kadar kaldıkları neye benzedikleri belli değildir. Kitabın adını yabana atmazsak, geçerken şöyle bir uğradıkları sonucuna varırız. Ama geride –belki de farkında bile olmadan- bambaşka bir “Bölge” bırakmışlardır. İnsanların tek bilebildiği budur, “Bölge” değişmiştir, artık yeni kanunların hükmündedir ve hiçbir şey eskisi gibi değildir.

Önce insanlar sapır sapır dökülür, kalan sağlar bölgeyi terkeder, sonra da bölgeye giriş yasaklanır. Uzaylılar meçhule karışmış olmakla birlikte geride kalan kalıntıları yeni bir bilimin yolunu açmıştır. Yeni bir bilim, yeni bir yaşam, yeni doğa kanunları ve ziyaretin (ya da pikniğin) en somut kanıtı olan yeni şeyler. Kasabaya bir enstitü kurulur ve bölgeden toplanan şeyler incelenmeye başlanır. Konuşan bir iğnenin, dolu bir boşun, mutlaka ama mutlaka yaradığı bir iş olması gerekir. Bölge içine girme cüreti gösterenleri kolay kolay sağ bırakmadığı halde insanlar çekip gidemezler. Bölge öldürücüdür, ama vaatlerle de doludur. Öldürücü olan her şey silahtır da. Bölge yeni bir bilginin kapısıdır, yeni bir dünyanın, ve çoğu için de servetin…

Bölgeye girmek yasak olduğu halde, adım başı insanın başını yiyebilecek envai çeşit tuhaf tuzakla dolu olduğu halde, nöbetçilerin kurşunlarına hedef olmazsa içerde taş olup kalma riskini göze alarak bölgeye geceleri keşfe gitmeyi iş edinen kaçaklar çıkar. Kitabın çevirmeni Nil Okman ‘Stalker’ sözcüğünü ‘cambaz’ olarak çevirdiği için, Bölge’ye kaçak olarak giren, ve sağ kalırsa, bir de ganimetle çıkmayı başarırsa bunları karaborsada satanlara ‘cambaz’ dendiğini ve kitabın kahramanı Red Schuhart’ın da bir ‘cambaz’ olduğunu söyleyeceğim. Ama hem Tarkowski’nin filminde hem de kitabın orjinalinde bu insanlara ‘Сталкер’ (Stalker) denmiş. Stalker’ın Türkçe’de bir karşılığı yok, ama sözcüğün İngilizce’de iki anlamı var, sinsice izlemek ve azametle yürümek! Red Scuhart ise bu iki anlam arasında ezilen bir adam.

Senaryosunu yine Strugatsky’lerin yazdığı ve Tarkowsky’nin yönettiği o upuzun film Stalker’da da Red Schuhart, bilim adamı arkadaşı Kirill ve yanlarına aldıkları Tender’a karşılık gelen üç kişinin Bölge’deki bir yolculuğu anlatılır. Ama bunlar bambaşka üç kişidir. Filmde bu üç kişi bir bilim sanat ve yaşam üçgeni oluştururlar ve Tarkowsky Bölge’yi bir şiire dönüştürür. Oysa kitap şiirsellikten çok uzak. Hiçbir şey yumuşatılmamış, hiçbir şey estetize edilmemiş, bilemeyeceğimiz hiçbir şey açıklanmamış, her şey gerçekte böyle bir şey olsa nasıl olacaksa öyle kalmış, çok acı ve çok katı. Bölge dünya kadar acımasız. Kahramanlar insanlar kadar umutlu ve çaresiz. Hayat hayat kadar zor… Uzayda piknik, bir eğlence kitabı değildir. Belki de Theodor Sturgeon’un kitaba yazdığı önsözde söylediği gibi, bir dua niteliğindedir.

Diğer kitaplarında da Arkadi ve Boris Strugatsky, bir uzay pikniği değilse de başka metaforlarla hep aynı şeyi anlatmaya çalışırlar. İnsanlar kendi istilalarıyla meşgul oladursun, onların aklına gelmeyen ya da belki aklına sığmayan şeyler olur. İnsanın kurduğu dünya düzeni içinde olmayan bir şey olur ve onun , insanın dışında olan o şeyin, tümüyle kendi işleyişi, kendi kuralları, kendi doğası vardır. Bazen bu doğanın ta kendisidir, insanlar şehirciklerine yayılmış yaşarken, doğa bir yerlerde büyümektedir. Ya da insan kendi bilimine tapınırken bambaşka bir bilim çöpünü teberini dünyanın üstüne döküverir. Ya da acınası ya da katledilesi bulduğumuz –ya da bulacağımız- o geri ya da ileri uzaylılar bizizdir.

Ve dünya hala yabancısı olduğumuz bir gezegendir.

Gözde Genç